30 Mayıs 2009 Cumartesi

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ
İLİŞKİLERİ

Avrupa Birliği’ni Tanıyalım


Uzun zamandan beri ülke gündeminden düşmeyen Avrupa Birliği(AB) ile olan ilişkilerde halen somut sonuçlara ulaşılamamış olması oldukça düşündürücü. Yatıyoruz kalkıyoruz AB ile. Her şeyimiz AB’ye endeksli hale geldi neredeyse. Ama nedense, Türkiye Cumhuriyeti lehine bir arpa boyu bile yol alınamıyor. Sizce de garip değil mi?
Bunun üzerine; AB’yi, genel hatlarıyla önce bir anlatmak, sonra da Türkiye-AB İlişkileri’nin seyrini şöyle bir ortaya koymak geldi içimden.
Olay, 1958 yılında kurulan Avrupa Ortak Pazar’ına kadar uzanır. Ardından, 1964 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET) oluşturulmuştur. Üyelik için ilk başvuran ülkelerden birisi de Türkiye’dir. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise; bu isim, Avrupa Birliği ( AB ) adını almıştır.
AB ile yürütülen yaklaşık 50 yıllık ilişkilerimizde; adeta, havanda su döğülmüştür. Hep bizden bir şeyler istenmiş ve alınmış, ama karşılığında bize hiçbir şey verilmemiştir. Buna, söz verilenler de dahildir.
Her defasında sudan bahaneler çıkarmışlar karşımıza. Çoğunlukla ağzımıza bir nebzecik pekmez sürüp savuşturmuşlar bizi. Siyasi iktidarlar, AB üyesi olabilme hayaliyle yanıp / tutuşmuşlar. Tam küçücük bir hedefe yaklaşıldı derken; bir başka engel konulmuş masaya.
Bu oyalamalarla, 1995’li yıllara gelindiğinde; Gümrük Birliği Antlaşması taslağı konmuş önümüze. Bizimkiler, ne olduğunu yeterince anlayamadan attırıvermişler imzayı anlaşmanın altına. Tabi bunu zorla yaptırmamışlar. Ancak, dönemin siyasi iktidarı, ihtiraslarının kurbanı olup, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayını dahi almaksızın, imzalayıvermiş Gümrük Birliği Anlaşması’nı.
Adı geçen iktidar, hiç düşünmemiş ki; söz konusu anlaşmanın, TBMM’nin onayından geçirilmemiş olması münasebetiyle geçerliliği bulunmayacağını. Yani, Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye açısından yasal değildir.
Bunca debelenmenin içinde, Türkiye’deki siyasi iktidarların yeterince ve gerektiği şekilde duyarlı davranamadığını, aksine siyasi ihtirasları ön plana çıkardığını fark eden emperyalistler; fincancı katırlarını ürkütmemek amacıyla, Aralık-2004’te, bir yıl sonrasını, yani 3 Ekim 2005 tarihini Müzakerelere Başlama Tarihi olarak vermişlerdir.
Aman efendim! Bu ne büyük bir zafer!’ Ülkede bayram havası estirilmiştir. Başbakan ve Müzakerelere Başlama Tarihi alabilme görüşmelerini sürdüren heyetin Ankara’ya gelişinde, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nce, Kızılay meydanı bayraklarla süslenmiş, davullar çalınmış, balonlar uçurulmuş, bir yığın tantana ve şamatalar yapılmış yani kendilerince zafer havası estirilmeye çalışılmıştır. Çok geçmeden gerçekler anlaşılmış ve iktidarın şapkası öne eğilmeye, kel görünmeye başlamıştır. Daha bu olayların sıcağı soğumadan, 17 Aralık 2004’teki Brüksel zirvesinde ise, Ek Protokol olarak bilinen dayatma belge getirilmiş önümüze ve Türk Hükümeti olarak tereddütsüz imzalamışız.
Siyasi iktidar, Brüksel zirvesinde, Türk Ulusu’na yakışan dik duruşu yani onurlu tavrı ortaya koyamamıştır. Eğer, gelişmelerin seyri karşısında Halkın görüşüne başvurulabilseydi; bugün meydana getirilmiş ve içinden çıkılmaz durumlarla uğraşmak zorunda kalınmayacaktı. Ama, maalesef bu yöntemi denememişlerdir bile.
Bu noktada, konu hakkında fikir sahibi olanlarımızdan bir kısmı, doğruları halka anlatmaya çalışmışlar. Başkaları ise; yani günümüzün Ali Kemal’leri, diğerlerini adeta yalanlayarak, işin doğrusunun, ‘her ne pahasına olursa olsun’, kesinlikle AB üyesi olmak olduğunu ısrarla vurgulamışlar.
Halkımız da; haklı olarak, bu iki ayrı fikir arasında daha çok şaşkınlığa düşmüştür. Çoğunluğumuz, bavulumuzu kaptığımız gibi, ver elini Roma, Paris, Londra, Viyana gibi bütün Avrupa’yı serbestçe liman / karaman dolaşabileceğimiz hayallerine kapılmıştır. Heyhat! Buzdağının, suyun altında da önemli bir kısmının bulunduğunun fark edilmesi pek uzun sürmemiştir.
Siyasi iktidarı derin düşünceler sarmaya başlamış. Bir koyup üç almayı hesaplarken; şimdi yüz yüze olduğu AB Dayatmaları’nı, nasıl yenilir yutulur bir hale getirip de halka anlatacağının hesaplarını yapmaya koyulmuştur. Hamasi nutuklar gitmiş, yerini endişeler almıştır. Özellikle Başbakan’ın, zamanla kabadayılaşmaya varan tarzda söylemleri doldurmuştur gündemi. Tabii bu tür popülist çıkışlar iyi alkış almış, ama sorunu çözmek şöyle dursun; gerçekleri gizlemeye dahi yetmemiştir.
Aslında, sözü edilen AB Dayatmaları, pek hazmedilebilen cinsten de değildir zaten. Bu dayatmaların esası, yıllardır üzerinde tartışılan ve hassasiyetimiz olan konulardır. Ki, AB bunları, biraz diplomatik ve kibar ifadeyle söylemeye çalışmaktadır. Türk Ulusu olarak; bölgemizdeki konumumuz itibariyle; herkeslerin gözü üzerimizdeyken, dikkatli olmaktan öte, emperyalizmin muhtelif Bizans oyunlarına karşılık, sürekli teyakkuz halinde bulunmak gibi bir durumdayız.
Aksi halde, Atatürk’ün, yıllar öncesinden ifade ettiği gibi; iç ve dış güçler, bizi parçalama emelleri için alenen düğmeye basmakta, hatta gerekli adımları ivedilikle atmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.
Avrupa Birliği’nin bizden istediği nedir? Ne yapmaya çalışılmaktadır?
Sözü dolandırmadan söylemek gerekirse;
Özetle, kayıtsız şartsız tam sömürge olmayı kabullenmemiz istenmektedir.
Amaçları, Lozan Antlaşması ile kaybettiklerini bir şekilde yeniden elde etme gayretinden başka hiçbir şey değildir. Türkiye Cumhuriyeti önce bölünüp, parçalanacak ve sonra da yok edilecektir. Bütün tezgah bunun üzerinedir.
Olayın arkasındaki malum güç ABD’dir. Avrupa’daki AB’nin önde gelen ülkeleri, ABD’nin maşasıdır. Bundan şüphe duyulmamalı.
Emperyalist sermaye amacına ulaşma konusundaki planını adım adım uygulamaktadır. Bunun için izlediği yöntem dolaylı olmuş, doğrudan olmuş hiç fark etmiyor. Hal böyle olunca da; AB’yi ilgilendiren; ‘her ne pahasına olursa olsun’, hedefe varmaktır.
(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

23 Mayıs 2009 Cumartesi

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(8)
22 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(4)

(…)Şu onursuzluğa, şu kişiliksizliğe, şu millete güvensizliğe, şu kavrayışsızlığa, şu cahilliğe, şu zavallılığa, şu alçaklığa ve şu hainliğe bakınız!
Bağımsızlık düşünce ve onurundan, milli duygu ve bilinçten bütünüyle yoksun, aşağılık duygusu içindeki bu zavallı, korkak, pısırık, uşak ve dilenci ruhlu, bencil, çözüm olarak vatan topraklarını peşkeş çekmekten utanmayan, milletin ırzına, namusuna ve acısına böylesine kayıtsız olan bu insanlar gökten yağmadı, kendiliğinden böyle olmadı.
Bu kafalar ve bu vicdanlar, konuşmamın başında kısaca anlattığım o geri ve çağdışı düzenin, çürümüş ortamın ürünüdür.
İstanbul yönetimini bu insanlar temsil etmiştir.
Buna karşılık, uyanık anne babaların eğittiği, yeni, farklı, çağa açık eğitim kurumlarında yetişmiş olan ya da aklını kullanan, kendini yetiştiren yurtsever insanlar bu düzenin ve ortamın etkisi dışında kalmayı başarmışlardır. Bunların çok büyük çoğunluğu Milli Mücadele safında yer alacaklardır. Türkiye’yi bunlar kurtarmıştır.
Şimdi burada durup şu soruya yanıt arayalım:
Zaferden sonra ne yapmalıydı?
İki yol vardı.
Birinci yol,
TBMM’ni ve Ankara hükümetini dağıtıp yeniden İstanbul yönetimine bağlanmaktı. Ama bu kafa ve vicdanlarla nereye varılabilirdi? Uzun uzun düşünmeye gerek yok. Nereye varılabileceğini Osmanlı Devleti’nin son 150 yılı ve Milli Mücadele yılları açıkça göstermektedir. Bu kafanın ve vicdanın Sevres Andlaşması’nı imzalamış olduğun, Ankara’ya kabul ettirmek için de çabaladığını hatırlamak yeter.
İkinci yol ise, yüz binden fazla asker ve sivil kayıp vererek, dört yıl gözyaşı, göz nuru, ter ve kan dökerek kavuştuğumuz bağımsızlığımızı bir daha yitirmemek, bu acı günleri bir daha yaşamamak, bir daha ayak altında kalmamak, bir daha yenilmemek, ezilmemek, sömürülmemek, horlanmamak, insan gibi yaşamak için, kısacası hızla ilerlemek ve çağdaş uygarlığı paylaşmak için, yeni insanlardan oluşan yeni bir toplum ve yeni bir devlet kurmaktı.
Haklı olarak ikinci yol seçilmiştir.
Cumhuriyet, fikri ve vicdanı hür, bilinçli, bilime saygılı, yurtsever, onurlu, bedence ve ruhça sağlıklı, çağdaş, sanatsever, hurafelerden, yobazlıktan ve bağnazlıktan uzak, hoşgörülü, yeni insanı ve yurttaşı yaratmayı amaçlamıştır.
Bütün devrimlerin, kararların, yeni kurumların amacı budur!
Sevgili Yurttaşlarım!

Bu uzun ve zor yıllar boyunca, içeriye dönük tek sorunumuz Milli Mücadele’ye karşı tavır almış olan bu insan taslaklarından ibaret değildir. Tarihten gelen bir çok zaafımız, yetersizliğimiz daha ortaya çıktı. Bir yandan savaşıyor, bir yandan da bir daha bu duruma düşmemek için ne yapmak gerektiğini düşünüyor, tartışıyor, araştırıyor, köklü, kalıcı, kurtarıcı çözüm yolları arıyorduk. Askeri zafer bir son değil, bir başlangıçtır. Bir daha bu hale düşmemeyi sağlayacak çözümler bulunmaz ve uygulanmazsa, zafer boşa giden bir çırpınış olurdu.
Çözümleri, yaşadığımız hayatın içinden çıkardık. Hiçbiri sebepsiz değildir, hepsi hayat kadar güçlü gerçeklere dayanmaktadır.

Bu yüzden;

-Saltanatı kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettik;
-Dinle devleti birbirinden ayırdık, laikliği benimsedik;
-İnananları, Allah’ı ve inancı ile baş başa bıraktık;
-Dinin siyasete alet edilmesini engelledik;
-Tarikatları, tekkeleri, dergahları, çağın çok gerisinde kalmış olan medreseleri ve dinsel mahkemeleri kapattık;
-Eğitimi millileştirip çağın ve ülkemizin gereklerine göre düzenledik, bize özgü eğitim ve kültür kurumları kurduk;
-Ümmet döneminden millet dönemine geçtik;
-Akla ve vicdana özgürlüğünü verdik, bilimin önünü açtık, aydınlanmayı başlattık;
-Son yüz elli yıl içinde iliğimize işlemiş olan aşağılık duygusunu yendik;
-Kadınlar yarı köle durumundaydı, kadın-erkek eşitliğini sağladık.

Kısacası;

-Ölüyorduk, dirildik;
-Kulduk, vatandaş olduk;
-Yarı sömürgeydik, Tam Bağımsızlığa kavuştuk;
-Çağdışıydık, çağı yakaladık;
-Dünyaya kapalı bir toplumduk, dünyaya açıldık;
-İkinci sınıf bir devlet muamelesi görürken, milletler ailesinin eşit bir üyesi olduk;
-Her yerde ve her düzeyde saygı gördük;
-Uygar dünyanın kamuoyu karşımızdaydı, yanımızda yer aldı;
-Milli ekonomi ve planlı kalkınma dönemini açtık;
-Batı on yıl tek kuruş kredi vermediği halde, dürüst ve bilinçli bir yönetim sayesinde sanayi dönemini başlattık;
-Birçok fabrika kuruldu;
-Osmanlı Devleti borca batıktı, bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödedik;
-Kıt kanaat geçindik ama tüm yabancı kurumları ve demiryollarını millileştirdik;
-Yeni demiryolları yaparak yurdun batısıyla doğusunu, kuzeyiyle güneyini birleştirdik;
-Sanata, kültüre, spora büyük önem verdik;
-Onurlu, bağımsız bir dış politika izledik;
-Bütün komşularımızla dostça ilişkiler kurduk.

Sevgili Yurttaşlarım!

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman, ağır sanayisini kurmuş, denizaltı ve küçük uçaklar yapabilen, gelişen, çağdaşlaşma ve milletleşme yolunda hızla ilerlemiş, tam bağımsız, borçsuz, geleceğe büyük umutlarla bakan, başı dik bir ülkeydi.
Şunu da ekleyeyim:
Daha 1924’te, rejim henüz bir yaşındayken, yeni bir parti kurulmuştu. Ama yazık ki din sömürüsü dış etkenler hemen devreye girdi. Şeyh Sait ayaklanması başladı. Bu parti Cumhuriyet Hükümeti’nce kapatıldı. 1930’da hevesle çok partili hayatı başlatmak istedik. Din yine siyasete alet edilip yer altına kaymış olan irtica başını kaldırınca, bu parti de, namuslu kurucuları tarafından feshedildi.
Bizden sonrakilerin, aydınlanmayı sürdüreceği, ekonomik ve sosyal kalkınmayı birlikte götüreceği, eksikliklerimizi tamamlayacağı, demokrasiyi yerleştirip geliştireceği ümit edilirdi.
Ama ne yazık ki ümitlerimizin çoğu gerçekleşmedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçilir geçilmez din yine siyasete alet edildi. Oy için devletin temelleri zayıflatıldı, kamu yararları ihmal ve imkanlarımız çarçur edildi. Az çok birbirine benzeyen iktidarların yönetiminde bugünlere geldik.
Kaç zamandır Türkiye’de o uğursuz Mütareke dönemini andıran bir durum var:
Damat Ferit kafasıyla Kurtuluş Savaşı’nı karalamaya, küçültmeye çalışan yalancılar, sahte tarih imalcileri, dolaylı-dolaysız Sevres’i savunmaya cüret edenler, Cumhuriyet düşmanları, her uygarca atılımı, her milli değeri örselemek ve karalamak için yırtınanlar; neredeyse bütün komşularımızla sorunlar; ikiye bölünmüş, millilik niteliği örselenmiş, yetersiz bir eğitim; hızlı işlemeyen bir adalet, donatımsız üniversiteler, gerektiğinden çok fazla imam okulları, iki ayrı kaynaktan yetişen bölünmüş bir gençlik, işsizlik, yüksek enflasyon, iç ve dış borç, Duyun-u Umumiye yerine IMF, kapitülasyonları canlandırma girişimleri, Batının kapısı önünde lütuf beklemeler, çeteler, soyguncular, yağmacılar, ülkeyi bölü parçalamaya çalışanlar, yaygın bir terör, silahlı-silahsız şeriatçılar, ümmetçiler, Arapçılar, Osmanlıcılar, körü körüne Batıcılar, Batılı olmayı rezilce yaşamak sananlar, Vahidettinciler, yobazlar, din tüccarları ve aktörleri, yeniden canlandırılan tarikatlar, tekkeler, dergahlar, cemaatler, şeyhler,sarıklar, takkeler, çarşaflar, peçeler, türbanlar…
Gözlerini kameraya dikti.
Şimdi, eski, yeni bütün siyasetçilere, yöneticilere ve bunlara destek verenlere soruyorum. Tarihten hiç mi ders almadınız? Elli yılda devleti ve milleti bu hale getirmeyi nasıl başardınız? Milli Mücadele’ye, Cumhuriyet’e, çağdaşlığa, laikliğe, dolaysıyla demokrasiye, aydınlanmaya karşı olan bu kafalar ve bu kalemler, neden ve nasıl yeniden üredi ve türedi?
Düşünün!

Sevgili Yurttaşlarım,
Siz de düşünün!
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım.

* * *

Değerli Dostlar,

Atatürk’ün, bu ziyareti esnasında bundan başka konuşmaları da oldu. Bunları da yine TRT ekranlarından Türk Ulusu’na seslenerek yaptı. Konuşmaların hepsi bir öncekinden çok daha etkiliydi. Her konuşmanın ardından Halk sokaklara döküldü, Onuncu Yıl ve Dağ Başını Duman Almış marşlarını, aralıksız ve hep birlikte söylemeye başladılar. Yer gök inliyordu sanki. Türkiye’de tarih bir mucizeye daha tanıklık ediyordu.
Atatürk, daha sonra, dönemin siyasetçileri ile görüşmeler yaptı. Kendisiyle görüşülecek kişi Çankaya’ya çıkıyor, Atatürk’ün yanındakiler ilgiliyi adeta sorguya çeker gibi sorular sorup, gerektiğinde acımasızca da eleştiriyorlardı. Atatürk de; aynı kişiyle son konuşmayı yapıyordu… Konuşmadan çıkan siyasetçilerin hemen tamamının yanakları alı al, moru mor olmuş vaziyette idi. Kolay değildi elbet… Bir dönemin hesabını veriyorlardı sanki…
Takdir edilebileceği gibi bunları ve bütün ayrıntıları yazmak mümkün değil. Onun için de bu yazı dizisini burada bitiriyorum.
Bu konuda beni hoş görebileceğinizi umuyorum.

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

22 Mayıs 2009 Cuma

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(7)

20 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(3)

(…)
İngiliz Muhipleri Derneği Başkanı,
Adliye Nezareti Müsteşarı ve yazar Sait Molla:

‘(İngiliz askeri ataşesine) İngiltere Osmanlı Devleti’nin yönetimine el koyarsa, saltanat ve hilafetin İngilizlerin elinde bulunduğunu gören Mısır ve Hindistan Müslümanlarının da İngiltere’ye dost olmanın gereğine inanacakları..’(5 Mayıs 1919)
‘(Belediyelere genelge) İngiliz mandası istediğinizi bütün İtilaf temsilcilerine, hükümete ve gazetelere bildiriniz!’(23.05.1919)
Milli hareket boşa gitmeye mahkumdur.’(1.05.1920)

Jandarma Genel Komutanı Kemal Paşa:

Yunanla çarpışmaktan vazgeçiniz. Zira bu teşebbüsünüz beyhudedir.’(3.08.1919)

Fransız ve Ermenilere karşı güneyde direnişe geçilmiştir. Bunun üzerine; İstanbul Hükümetinin Adana Valisi Abdurrahman’ın demeci:

Ayaklanmak için sebep yoktur. Fransızlar bizim iyiliğimizi istiyorlar.’(5.11.1920)

İstanbul Hükümetinin İzmir Valisi Kambur İzzet’in genelgesi:

Yunan kuvvetlerinin özel bir tören ve saygı ile karşılanması..’(26.05.1919)

İstanbul Hükümetinin Balıkesir Mutasarrıfı Aznavur Ahmet:

Padişah Yunanlılara karşı harp edilmesine razı değildir. Yunanlılar bizim dostumuzdur. Padişahın emir ve rızası hilafına olarak, onlara silah çekmek küfürdür, isyandır.’(1920)

Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hoca:

İngilizlere meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.’(1920)

Konya’da isyan eden Delibaş Mehmet’in tellalı:

Halifenin müttefiki olan İngilizler Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-yı Milliyecileri yeneceğiz!’(1920)

Konya isyanı öncülerinin halka söylediklerinden bir örnek:

Kim milliyetçilerle birlikte Yunana karşı giderse, şer’an kafirdir!’(1920)

Konya’nın 27 köyünün eşrafının, İngiliz temsilcisine başvurusu:

Milliyetçileri ezmek için İngiliz hükümetinin bize yardım elini uzatması..
(28 Ekim 1920)

İslamı Yüceltme Derneği’nin bildirisi:

Yunan ordusu Halife’nin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara’dadır.’(1920)

Cemiyet-i Müderris’in (Medrese Hocaları Derneği) bildirisinden:

Kuva-yı Milliyeciler kudurmuş haydutlardır.’(1920)

Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin başkanlığındaki Anadolu Cemiyeti adlı Vahidettin’ci örgüt, İstanbul’daki Yunan Yüksek Komiserliği ile görüşmelere girişir. Bir de yazılı öneri verir. Bu öneriden bazı maddeler:

Amaç, Ankara Hükümeti’ne karşı, Yunanistan’ın yardımıyla, Sultan’ın ve Yunanistan’ın himayesi altında bir Batı Anadolu Devleti’nin kurulmasıdır… Kemalist kuvvetler bastırılacak, bütün Anadolu M. Kemal’in elinden kurtarılacak… Bunun için kurulacak gönüllü Anadolu Ordusu’nun talim ve silahlandırılmasından Yunan başkomutanı sorumlu olacak, bir miktar Yunan subayının bu orduya katılması sağlanacak… Yunanistan, masraflarını karşılamak üzere, cemiyete yüz bin Türk Lirası verecek..’(9.12.1921)

İngiliz Yüksek Komiserliği’ne verilen 76 imzalı muhtıradan:
Ankara şeflerinin ve Büyük Meclis adı verilen meclis üyelerinin çoğu, müttefik devletlerin cani olarak tutuklanmasını istedikleri kimselerdir.. Son savaşın galipleri, bu yabancı ve maceracı çeteyi bertaraf etmelidir.

Bu muhtırada imzası olanlar:
Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt medreseleri adına 9(Dokuz) kişi, Kadiri ve Rufai tarikatları adına 10(On) kişi, İstanbul Yönetimi adına Rıza Tevfik ve 13(On üç) kişi, Anadolu eşrafı diye anılan ve Yıldız’da misafir edilen 44(Kırk dört) kişi.(12.05.1922)

İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan Paşa’nın, Ege’de Yunanistan’a bağlı uydu İyonya devletinin ilanı üzerine demeci:

Her cins ve mezhepteki halkın mutluluğuna yönelmiş bu düzenden dolayı, İzmir Müslümanları adına Yunanlılara teşekkür ederim!’(8 Ağustos 1922)

Çerkez Ethem’in Yunan uçaklarıyla Türk Cephesine atılan bildirisi:

Kardeşlerim! Yunanlıları pek iyi tanırım. Dinimizi, namusumuzu, hürriyetimizi ve malımızı müdafaa ediyorlar… Yunan ordusu şehirlerinizi ve köylerinizi işgal ettiği zaman korkmayınız. İşgal edilmiş yerlerde hüküm süren asayiş ve hürriyetten siz de yararlanacaksınız.’(27.03.1921)

Adana Renin Gazetesi’nden:

Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da bir hareket-i milliye vücuda getirmeye çalışıyor. Bu ne çocukça hayaldir. Bütün cihanın kuvvetine karşı, harpten ezilmiş olan zavallı Anadolu’nun kuvveti ile kafa tutmanın ne hükmü olabilir?’(11.10.1919)

Yazar avukat Lütfi Fikri:

İngiltere’ye düşmanlık, hatta çekingen davranmak, bize hüsrandan başka bir şey getirmez..’(13.11.1919)

Yazar ve Nazır Ali Kemal:

Düşmanlar, Teşkilat-ı Milliye’den bin kere daha iyidir.’(23.04.1920)
‘(Ankara’dakilerin) Yunanlılara hala meydan okumalarına, çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da, ilimce de, kuvvet bakımından ve her açıdan bu kadar fark varken, onlarla muharebeye girişilemez.’(7.08.1920)
‘(Kars’ın geri alınması üzerine) Demek ki işlemediğimiz bir hata kalmıştı. Ermenistan’a taarruz ile onu da tamamladık(…) Ankara yaranı nihayet meramlarına erdiler. Ermenistan’a yürüdüler. Kars’ı işgal ettiler.’(17 Ekim- 11 Kasım 1920)
Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya’nın hangi kavmi başardı ki biz başarabilelim?’(6.02.1921)

Yazar Hafız İsmail:

Bilmiyorlar ki İngiltere tehdide gelmez.’(5.03.1920)

Yazar Refi Cevat Ulunay:

Türkler kendi güçleri ile adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.’(21.05.1919)
İstiklal diye bağıranlar kötü niyetlidir.’31.08.1919)
Tek çarenin galiplerle uyuşmak ve anlaşmak olacağı, bu kafasızlarca ne zaman anlaşılacak?’(23.03.1920)
Milli hareketi yok etmek, millet için var olma meselesidir… O alçaklara karşı çıkanlar, dine, Halifeye ve millete unutulmaz hizmette bulunmuş olacaklardır.’(4.04.1920)
Yunanistan, kısa zamanda Mustafa Kemal kuvvetleri denen çapulcuları tamamen tepeleyecektir.’(8.09.1920)
Anadolu ile değil Yunanistan’la anlaşmalıyız.’(15.10.1920)

Edirne Te’min Gazetesinden:

Müftü Hilmi efendi, Selimiye camiinde, hürriyetin ve adaletin saygıdeğer temsilcisi olan Venizelos hazretlerinin sağlığı için güzel bir dua okumuş ve hazır bulunanlar şükran duygularını belirterek duaya katılmışlardır.’(13.08.1820)

Yazar Hakkı Halit:

Ankara’nın istiklal-i tamcıları kimi aldatıyorlar? İstiklal-i tamın mümkün olmadığını bu beylerin, paşaların bilmeleri lazım.’(16.06.1921)

(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

20 Mayıs 2009 Çarşamba

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(6)

19 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(2)

(…) Peki, bütün bu olaylar ve gelişmeler yaşanır, millet kan içinde yüzer ve kan ağlarken, İstanbul yönetimi ne yaptı dersiniz?
Yer yer direnişe geçen halka, hiç olmazsa el altından cesaret ve destek mi verdi?
Hayır!
Bu kanlı oyunu sahneye koyan galiplere karşı ciddi bir tepkide mi bulundu?
Hayır!
Bu kıyımları duyurup da dünya kamuoyunu mu aydınlattı?
Hayır!
Padişah protesto olarak tahtından mı çekildi?
Hayır!
İstanbul yönetimi, kısa süren bir kararsızlıktan sonra, bu direnişe karşı çıkmayı kararlaştıracak ve Milli Mücadele’ye son vermek için harekete geçecektir.
Kısacası, hem milletin namusunu, canını, onurunu korumayacak, hem de bu amaçla direnip çırpınanları engelleyip dağıtmaya çabalayacaktır. Kuva-yı Milliye’yi asi, Milli Mücadele’yi isyan olarak niteler. İstanbul yönetimi, İngilizden daha İngilizci, Yunandan daha Yunancı bir yönetimdir. Başta da Padişah-Halife Vahidettin!
Sevgili Gençler!

Belki de inanmakta güçlük çekiyorsunuz. Haklısınız. Kim işgalcilere yaranmak, kokuşmuş bir düzeni ve yerini korumak için milletine ve devletinin geleceğine bu kadar kayıtsız kalır, nasıl bu kadar hain olabilir? Bu anlayışın daha da acı örneklerini az sonra göreceğiz.
Şimdi İstanbul yönetiminin Yunan yayılmasının sürdüğü bu dönemin ilk dört ayı ile ilgili bazı açıklama ve kararlarını özetlemek istiyorum.
Hükümet, 24 Mayıs 1919 günü İstanbul’da işgali protesto için yapılacak mitingleri yasaklar.
Dahiliye Nezareti yani İçişleri Bakanlığı 18 Haziran 1919 günlü genelgesiyle, ‘Müdafaa-yı Hukuk gibi milli örgütlerin telgraflarının çekilmesini yasaklar ve Kuva-yı Milliye’nin dağıtılmasını’ emreder.
Hükümet, 21 Haziran 1919 günü bir genelgeyle mülki ve askeri makamlardan, ‘milli örgütlerin kurulmasına asla imkan verilmemesini ve girişimde bulunanlar hakkında şiddetli kovuşturma yapılmasını’ ister.
Dahiliye Nazırının 26 Haziran 1919 günlü genelgesi: ‘Yunan işgali, ne kadar gaddarane ve ne kadar haksız olursa olsun, mukavemet edilmemesi. Biz bugün Yunan veya İtalyan, herhangi bir devletle olsun, savaşa giremeyiz. Ordudan verilecek emirleri dinlemeyiniz!
Sadrazam Damat Ferit, Erzurum Kongresi’ni yasa dışı ilan eder ve 20 Temmuz 1919 günlü emriyle, ‘Padişahın arzu ve iradesine aykırı olan bu hareketin engellenmesini’ emreder.
Dahiliye Nazırı 8 Ağustos 1919 günü şu açıklamayı yapar: ‘İzmir’de çete teşkil edenleri dağıtmak için icap ederse askeri kuvvete başvuracağız.
Damat Ferit hükümeti 8 Ağustos 1919 günü, ‘Teşkilat-ı Milliye adı altında toplanan kuvvetlerin gecikilmeksizin dağıtılması’ için emir verir.
Dahiliye Nazırlığı 13 Ağustos’ta, ‘Balıkesir Kongresi’nin dağıtılmasını, Alaşehir Kongresi’nin engellenmesini’ ister.
Dahiliye ve Harbiye Nazırları, 3 Eylül 1919 günü Sivas Kongresi’nin dağıtılması için Elazığ ve Ankara Valileri’ni görevlendirirler.
Damat Ferit, 13 Eylül 1919’da, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De Robeck’ten, ‘Milli hareketi ezmek için ya bir Türk kuvvetinin gönderilmesine izin verilmesini ya da Müttefiklerin stratejik noktaları işgal etmelerini’ ister.
Direnişi söndürmek için soruşturma ve nasihat kurulları kurulup Anadolu’ya gönderilir.

Bu olaylar karşısında Vahidettin’in tutumu nedir?

O da 20 Eylül 1919’da yayımladığı bir beyanname ile hükümetin bu karar ve icraatını savunacak ve bütün milli girişim ve etkinlikleri kınayacak, Damat Ferit hükümetine güvenilmesini isteyecektir.
Bu engellemeleri, hükümetin, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin ve İngilizlerin kışkırttığı ve desteklediği olaylar ve sayısı ileride daha da artacak olan ayaklanmalar izleyecektir:
Eylül ve Ekim’de birinci Bozkır Ayaklanması, Ekim ve Kasım’da birinci Aznavur Ahmet Ayaklanması ile ikinci Bozkır Ayaklanması patlak verir.
Damat Ferit, tek kurşuna bile muhtaç olduğumuz bu dönemde, İngilizlere yaranmak için 90 bin sandık cephaneyi denize döktürür.
İstanbul yönetiminin yaptığı kötülük ve hainlikler bu kadar değildir. Devamını yeri geldikçe aktaracağım.
Millet, teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimini dinleyip de milli örgütleri kapatsa, silah bıraksaydı Türkiye’nin geleceği nasıl olurdu acaba?
Düşünmek bile insana acı veriyor.
Milli Mücadele dört yıl kadar sürdü.Yüz binden fazla asker ve sivil kayıp verdik. Askere alınanlara üniforma, süngü, çarık, matara, kimi zaman yiyecek bile sağlayamıyorduk. Askerin büyük bölümü geldiği kıyafetle savaştı. Yoksulluk içinde, sırasında çıplak yumrukla, acı çeke çeke ama inançla, umutla dövüşüldü ve sonunda uçurumun kıyısından dönüldü.
Canını, kanını, emeğini ve göz nurunu sebil ederek kurtuluşumuzu sağlayan herkesi saygı, rahmet ve minnetle anıyorum.

Sevgili Yurttaşlarım!

Bu kadar haklı, meşru ve kaçınılmaz olan Milli Mücadele’ye karşı olanların, baltalamaya çalışanların başında, tahtını koruyabilmek için işgalci İngilizlerle işbirliği yapan son padişah Vahidettin vardır. Vahidettin’in hain olduğunu anlamak için biraz tarih bilgisi ile ortalama bir zeka ve sağduyu yeter. Vahidettin konusuna ileride daha ayrıntılı olarak değineceğim.
Vahidettin’in siyasetini paylaşanların başında beş kere sadrazamlığını yapan Damat Ferit yer almaktadır. Sonra bazı saraylılar, bakanlar, bazı milletvekili ve ayan üyeleri, bazı Osmanlı paşaları ve subaylar, bazı yöneticiler, bazı memurlar, işbirlikçi Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Kuva-yı Milliye aleyhine fetva veren Şeyhülislam Dürrizade Abdullah ile bazı din adamları, medrese hocaları, şeyhler, yobazlar, Hürriyet ve İtilaf adlı dinci ve işbirlikçi partinin birçok yöneticileri ve yerel temsilcileri, bunların ve işgalcilerin emrinde Milli Mücadele’ye silahla karşı duran hainler; ayrıca emperyalizmle başa çıkılamayacağını sanan, Batı karşısında ellerini kavuşturarak ve oğuşturarak durmaya alışmış, milli bilinci ve bağımsızlık düşüncesi gelişmemiş, aşağılık duygusu içindeki ufuksuz yazarlar, aydınlar, yarı aydınlar, çeyrek aydınlar; işgalcilerin de desteği ile yurdu parçalamak isteyen bir kısım bölücüler ve işgalcilerle işbirliği yapmakta çıkarı olanlar.
Ayrıca bu kimselerin etkisinde olan ve kalan cahil, safdil ve gafil kişiler ile yılgınlar ve kararsızlar da vardı ama bunların çoğu kısa sürede uyanacak, namus ve bağımsızlık bayrağı altında yer alacaklardır.
Sizlere, bu ihanet ve gaflet cephesinden belli başlı kişilerin bazı sözlerini aktarmak istiyorum. Çok gerekmedikçe yorum yapmayacağım. Bu sözlerin arkasındaki sefil anlayışı kavramaya çalışacağınızı umuyorum. Lütfen dikkatle dinleyiniz.

Veliaht ve son Halife Abdülmecit:

Anadolu’daki hareket haince, cahilce ve canavarcadır.’(8.08.1920)
‘(Morning Post adlı İngiliz gazetesine demeci) Bizi kendi tarafınıza çekerek, Türk Halifesinin dini nüfuzunu, İmparatorluğunuz dahilinde sulh ve sükun lehine kazanmakta menfaatiniz vardır.’(2.01.1921)
Halifeliği İngilizlere açıkça peşkeş çekiyor, İngiliz hizmetine vermeyi teklif ediyor. Bu anlayışın daha da koyusunu Vahidettin’de göreceğiz.
‘(Le Galois gazetesine demeci) Müttefikler beş yıl için İzmir’i yirmi beş yıl için Trakya’yı işgal etmeli.’(7.01.1921)

Sadrazam Damat Ferit:

‘(Mr. Hohler’e) Bütün umudumuz Allah’ta ve İngiltere’de.’(5.03.1919)
‘(Amiral de Robeck’e) Programım milli hareketi silahla bastırmaktır.. Aznavur kuvvetleri için silah istiyorum.. Tamamiyle İngilizlere uygun yol izleyeceğiz..’(7.04.1920)
‘(Amiral de Robeck’e) Mustafa Kemal’e karşı Kürtleri birlikte kullanalım.’(28.07.1920)

Sadrazam Tevfik Paşa:

‘(Y. Komiser Amiral Calthorpe’un raporundan) Tevfik Paşa, ‘İngiltere ile gizli bir anlaşmaya varılarak, Osmanlı Devleti’nin kalan ülkesinin birliğinin ve İngiltere’ye bağlılığının sağlanmasını’ istedi.’(6.06.1919)
‘(Ankara’ya yollanan A. İzzet Paşa kuruluna verdiği talimat) Ankara Sevres Anlaşmasını kabul etmelidir.’(4.11.1920)
‘(Bakanlar Kurulunda) Anadolu’yu boşaltmaları karşılığında, Trakya(yani Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli) Yunanlılara bırakılabilir.’(19.09.1921)

Sadrazam Salih Paşa:

İngiltere’ye direnip durmak gereksiz ve tehlikelidir.’(20.08.1921)

Hariciye Nazırı Mustafa Şerif Paşa:

‘(İngiliz Ordu Komutanı General Milne’e) Kendim, kabinedeki arkadaşlarım, Sultan ve geniş bir halk kitlesi adına katiyet ve ciddiyetle temin ederim ki umumun arzusu, İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir.’ (16.12.1918)

Adliye Nazırı Ali Rüşti’nin demeci:

‘(Yunan ordusunun 22 Haziran 1920’de Bursa ve Uşak’a doğru harekete geçmesi üzerine) General Paraskevopulos’un ordusu, şimdi sürat ve şiddetleharekata devam eyleyecek olursa, birkaç haftada Ankara surları önünde bulunacaktır. Yunan ordusunun başarısı için dua ediniz! Bu ordu, bizim ordumuzdur.’(12.97.1920)

Hariciye Nazırı Sefa Bey:

‘(İngiliz Y. Komiseri Rumbold’a) Hükümet Ermenilere toprak verilmesini kabul ediyor..!’ (29.01.1921)

Nazır Rıza Tevfik:

Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu’yu bu zararlı haşereden temizleyecektir.. Hüküm galibindir.. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır.’(1920)

(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

19 Mayıs 2009 Salı

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(5)
18 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

Bir önceki yazımdan hatırlayacağınız üzere, Atatürk Ankara’ya gelmiş ve Çankaya’ya ulaşmıştır. Arkadaşlarıyla beraber küçük Köşk’e yerleşmiş ve aynı gün akşamı, TRT’den Türk Ulusu’na bir konuşma yapacağını bildirmiştir.
TRT’nin spikeri Nermin Tuğuşlu anonsunu yapmıştı.

Şimdi Atatürk’ün konuşmasını aktarıyorum:


-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(1)


Sevgili Yurttaşlarım!
Hepinizi sevgilerle kucaklıyorum.
Yeniden aranızda olmanın, sizlere seslenebilmenin sevinci içindeyim. Coşkun sevgi gösterileriniz için yürekten teşekkür ederim. Beni ve arkadaşlarımı mutlu ettiniz.
Sağ olunuz!
Özlem gidermek ve sizlere bazı gerçekleri hatırlatmak için geri geldim.
Bu akşam biraz dünden, biraz bugünden söz etmek istiyorum.
Önce Osmanlı Devleti’nin son durumunu kısaca belirteceğim.
Dine dayalı, yarı meşruti bir rejim,
Başta yorgun bir hanedandan gelme bir padişah halife,
Yarı sömürge halinde güçsüz, ufuksuz, hayat enerjisi tükenmek üzere olan bir devlet,
Ekonomik, idari, mali, ticari, hukuki, kültürel kapitülasyonlar,
Henüz millet olamamış bir cemaatler topluluğu,
Halk yurttaş değil, kul ve uyruk,
Kavga ve çekişmeden ibaret, komitacılığı anımsatan, seviyesiz, fikirsiz bir politik hayat,
İlkel bir tarım toplumu,
İflas etmiş bir maliye,
Hasta bir ekonomi,
Sıfır ağır sanayi,
Cılız bir küçük sanayi,
Kişi başına gelir 7.- lira,
Kişi başına ortalama kamu harcaması ortalama 50 Kuruş,
Madenlerin çoğunluğu, başlıca limanlar ve var olan demiryolları yabancı şirketlerce işletiliyor,
Demiryollarının bütün personeli Ermeni ve Rum,
Karayolu yok sayılacak düzeyde,
Ulaşım genel olarak kağnı manda, at arabası ve develerle yapılıyor,
Ticaret genel olarak azınlıkların, yabancıların ve levantenlerin elinde,
Acınacak halde bir sağlık örgütü,
Verem ve sıtma yaygın,
Çağdışı bir adalet ve hukuk sistemi, genel mahkemelerin yanında dini mahkemeler,
Gevşek, halktan kopuk bir idari sistem,
Devletin ulaşamadığı bölgeler, yerler bulunuyor,
Dağlar eşkıya ve asker kaçaklarıyla dolu,
Yetersiz bir eğitim düzeni,
Halkın sadece % 7’si okur-yazar,
Bu oran kadınlarda % 1 bile değil,
Bütün ülkede sadece 158 Ortaokul ve Lise var,
Lise ve dengi kız okullarındaki bütün kız öğrencilerin sayısı 230,
Karma eğitim söz konusu değil,
Bilim hayatı, bilimsel düşünce yok sayılacak düzeyde,
Bütün Türkiye’deki gazete ve dergilerin toplam satışı yüz bin dolayında,
Yalnız İstanbul’da, medrese havasında bir üniversite,
Anadolu, araştırmayan, üretmeyen, yalnız aktaran, çağdışı, ilkel medreselerin ve dünyadan habersiz medrese hocalarının elinde,
Yalnız İstanbul ve biraz da İzmir’de soluk bir sanat hayatı,
Farsça, Arapça ve Türkçe karışık, Osmanlıca denilen, halktan kopuk, karma, yapma bir dil,
Toplumun yarısını oluşturan kadınların hiç bir sosyal hayatı ve siyasi hakkı yok, kısaca vatandaş sayılmıyorlar,
Ebelik dışında bütün meslekler erkeklerin tekelinde,
Ümmet anlayışı egemen,
Her yanda yozlaşmış tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, dergahlar,
Çağın gereklerine henüz ayak uyduramamış, iyi donatılmamış bir ordu,
Devletin ve toplumun durumu buydu.
Savaşa girmemek zordu, girersek yenilgi kaçınılmazdı.
1914 Kasımı’nda savaşa girdik, bazı zaferlere ve başarılara rağmen, sonuçta büyük savaşı kaybettik.
Milli Mücadele, yenilgiden sonra daha da ağırlaşmış olan bu koşullarda başlamıştır. Cumhuriyet’in devraldığı miras da, işte bu borca batık, çağdışı mirastır.

Sevgili Gençler!
Nereden nereye geldiğimizi hiç unutmamanızı dilerim.
Osmanlı Devleti, 1918 yılı Ekim’inde, yenilgiyi kabul ederek, galiplere her hakkı tanıyan bir mütareke anlaşması imzaladı.
Olaylar kısa sürede şöyle gelişti:
İngiltere, Fransa ve İtalya, kendi aralarında imzaladıkları Üçlü Anlaşma doğrultusunda başkent İstanbul’u ve Türkiye’yi işgale başladılar,
Kars Ermeni kuvvetlerine devredildi,
Var olan demiryolları ve haberleşme ağına el konuldu,
Donanma ve hava gücümüz göz altına alındı,
Kara ordusunun silahları büyük ölçüde toplandı, toplanma sürüyor,
Cephelere sürekli can ve kan pompalamış olan halk, Balkan ve Dünya Savaşları’nın yükü altında ezilmiş, yoksul, yorgun ve umutsuz,
Erkekler şehit, yaralı, esir,yolda veya sakat,
İstanbul’a getirilip Anadolu’ya geçemeyen terhis edilmiş askerler, kapı kapı dolaşıp yiyecek dileniyorlar; sakat gazileri, Ermeni veya Rumlar sıkıştırıp dövüyorlar ve İstanbul hükümetleri, gazilerin bu feci haliyle ilgilenmiyor bile,
Yurtsever aydınlar bile türlü olumsuz akımlar arasında bocalıyor,
Birçok bölücü, gerici, işbirlikçi dernek ve örgüt faaliyette,
Kişiliksiz, gafil, korkak bazıları açıkça hain hükümetler birbirini izliyor,
Saray büyük bir teslimiyetle geleceğimizi İngilizlerin lütfuna bağlamış.
Kısacası tam bir çözülme!
Bu acıklı duruma, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkması faciası eklendi.
Milli Mücadele hızla yayılıp genişledi.
Kuzeyde Yunan destekli Pontus çeteleriyle, doğuda İngiliz destekli Ermenilerle, güneyde Fransızlar ve Ermenilerle, batıda İngiliz destekli Yunanlılarla, iç cephede ise, halkın taassup ve cahilliğini sömüren iç ve dış çevrelerin harekete geçirdiği, irili ufaklı yirmiden fazla ayaklanma ile boğuşuldu.
İstilacılar ile Rum ve Ermeni çeteler doğu, güney, kuzey ve batı Anadolu’da halkımıza çok acı günler yaşattılar. Milli Mücadele’nin ilk kurşunu 19 Aralık 1918’de Dörtyol ilçemizin Karaköse köyünde atılmıştır. Halk hızla toparlanıp kendiliğinden ve gücü kadar örgütlenerek istilacılarla mücadeleye başladı. Tek tek bütün cepheleri anlatarak zamanınızı almak istemiyorum.
Bu konuşmamda Batı Anadolu’da yaşanan bazı olaylara değineceğim.
İstanbul yönetimi, yetersizliğinden dolayı emekli edilmiş bir zavallı olan Ali Nadir Paşa’yı yeniden göreve çağırır ve Nisan 1919’da, İzmir’de bulunan 17. Kolordu Komutanlığı’na atar. Bu atama, yaptıklarından ve yapacaklarından dolayı yurtsever komutan ve subaylardan ödü kopan İstanbul İdaresi’nin , saraya bağlı bir ordu oluşturma girişiminin ilk adımıdır. İşte bu Ali Nadir Paşa 15 mayıs 1919 günü, İzmir’in hiç direnmeden Yunanlılara teslim edilmesini emredecek, bir Yunan teğmeninden tokat yiyecek, elinde ucuna beyaz mendil bağlanmış bir sopa ile kışladan çıkıp esir kafilesinin başında yürümekten utanmayacaktır.
İzmir’de o gün ve ertesi günü işgalcilerin ve Rumların çılgınlıkları sürer. Sonuç: 500’den fazla subay ve er şehit ve yaralı, binden fazla sivil kayıp, birçok tecavüz, şiddet ve yağmalama olayı. Bir örnek vereyim: Kordonboyu’nda şehit edilen yüzbaşı Necati Bey’in 8 yaşındaki oğlu, babasının cesedi üzerine kapanınca, işgalciler çocuğu da süngüleyeceklerdir.
Bu kıyım ve vahşet, işgal genişledikçe yayılıp artar, olaylar yetkililerce sürekli olarak İstanbul’a bildirilir.

27 Mayıs 1919: Aydın işgal edilir. Kıyım, yağma ve kundaklama başlar. Uluslar arası Soruşturma Kurulunun raporunda bile, ‘Çıkartılan yangınların Aydın’ın üçte ikisini kül ettiği, alevler içinde kalan mahallelerden kaçanların büyük bir kısmının Yunan askerleri tarafından sebepsiz yere öldürüldükleri’ yer almaktadır.

4 Haziran 1919: Nazilli İşgal edilir. Tecavüz, yağma ve kıyım. Ezan okuyan müezzinler kurşunlanır. Eşraf ve memurlardan 38 kişi zorla şehir dışına çıkarılır ve öldürülür.

12 Haziran 1919: Bergama işgal edilir. Birçok acı olaydan sonra 80 bine yakın Türk evini, işini, bağını, bahçesini bırakıp göç yoluna düşer.

17 Haziran 1919: Menemen işgal edilir. Kaymakam, askerler ve bine yakın sivil öldürülür.

Özet olarak ilk bir ayın kanlı ve acı hikayesi böyle.
Peki halk ne yaptı?
Miskince boyun mu eğdi?
Kaderine razı mı oldu?
Hayır!
Hakkını savunmak için örgütlendi, hemen her yerde protesto mitingleri yaparak, gerekli yerlere telgraflar yağdırarak sesini yükseltti, İstanbul’dan ses çıkmayınca da namusunu, canını ve yurdunu korumak için silahlandı ve direnişe koyuldu.
Böylece Müdafaa-yı Hukuk ve Kuva-yı Milliye dönemi başladı.

(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet neferi

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(4)
17 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

(…)Vali Vekili karargahta bir odaya kapanmış, yeni konuşmasını yazmaya çalışıyordu. Mucizelerin,keramet hikayelerinin anlatıldığı bir ortamda büyüyüp yetiştiği için durumu bir çok kişiden daha kolay kabullenmişti. Bazı seçilmiş insanların, yüce Allah’ın izniyle kuş gibi uçtuklarını, aynı anda iki yerde birden bulunabildiklerini çok duymuştu. Gönül gözü açık olanlar için böyle olaylar, olağan işlerden sayılırdı. Yüce Allah, ezeli, ebedi ve şaşmaz kanunlarını, eğer isterse, elbette askıya alabilir, yavaşlatabilir, hızlandırabilir, hatta tersine bile çevirebilirdi. Buna ne engel olabilirdi ki? Rabbin cilvesi ve nüktesi tükenir miydi hiç?
Takdir-i İlahi şimdi de böyle tecelli etmiş, alemlerin Rabbi, Atatürk’ün geri dönmesini münasip görmüştü.
İçini çekip gözlerini havaya dikti.
Ya Rabbi…’ diye inledi. ‘Senin varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, himmetinin ululuğuna amenna ve saddakna! Ama bunu niye yaptın? Şimdi ne olacak? Hele ben ne olacağım?

* * *
Ülkenin dört bir yanındaki bütün radyo ve televizyonlar, adeta, saat 15.00’te yapılacak açıklamaya endekslenmişti. Herkeste büyük bir heyecan ve merak başlamıştı. Açıklama nasıl olacaktı.
Karargahın önünde bekleşen muhabirler, 14.50’de, sessiz davranmaları istenerek içeri davet edildiler. Hazırlıklar hızlıca sürdürüldü. Kameralar canlı yayına hazırlandı.
Nihayet beklenen an gelip çattı.
Vali Vekili ve Komutan salona girerken, yayın kamerasının kırmızı ışığı yandı. Saat tam 15.00’ti. Komutanın heyecanlı olduğu görülüyordu. Vali Vekili sapsarıydı. Masaya geçtiler. Komutan boğuk bir sesle elindeki metni okumaya başladı. İki eliyle tuttuğu kağıt tiril tiril titriyordu.
Sevgili Vatandaşlarım,
Bu açıklamayı devletin izni ile yapıyorum. Beni dikkat ve soğukkanlılıkla dinlemenizi rica ederim. Bugün sabahtan beri Samsun’da bir mucize yaşamaktayız. Bu mucize, emperyalizme ve onun iç uşaklarına karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasından daha şaşırtıcı, daha inanılmaz ve daha olağanüstü bir olay değildir. 1919 ile 1938 arasında, ardı ardına bir çok mucize yaşamış, mucizeye alışık bir milletiz.

Komutan gözlerinin yaşarmasını engelleyemedi.
Şimdi bu ulusal özelliğimize güvenerek açıklıyorum. 1938’de ebediyete kavuşmuş olan, Milli Mücadele’nin lideri, Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve Cumhuriyetimiz’in kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ilk gelişinden 80 yıl sonra, bu sabah, Samsun’a yeniden ayak basmıştır.
Birdenbire sanki zaman durdu, her şey donup kaldı. Sonra müthiş bir şey oldu. Televizyonları başında açıklamayı izleyen yüz binlerce Samsunlunun kopardığı sevinç, hayret ve korku çığlıkları, koca karargahın kalın duvarlarını sarstı.
..Beraberinde, bazı silah ve devrim arkadaşları vardır. Şu anda karargahımda misafir bulunuyorlar. Atatürk ve arkadaşları, bugün saat 17.00’de, helikopterlerle Ankara Etimesgut Havaalanı’na ineceklerdir…
Komutanın ardından Vali Vekili konuştu. Olaya tanık olduğu ve birkaç kısa ayrıntıdan sonra açıklama sona erdi…
Arkadaşlar,
Gördüğünüz üzere ATATÜRK YENİDEN SAMSUN'DA. Tarih, bir mucizenin gerçekleştiğine daha tanıklık etmiştir…
Ankara telaş içinde. Ülkeyi yönetenlerin elleri ayaklarına dolaşıyor. Şaşkınlıklarına mı yansınlar, yoksa beceriksizliklerine mi? Ayrıca, Atatürk Ankara’ya geldiğinde, O’na ne diyebileceklerine mi?

***
Türkiye’de yer yerinden oynadı. Evler bayraklarla donatıldı, milyonlarca insan sokaklara, meydanlara döküldü.
Bu olağanüstü olay dünyayı da şaşkına çevirmişti. Yüzlerce muhabir ve gözlemci Ankara’ya hareket etmek için seyahat bürolarına hücum ettiler…
Bu arada bir kısım politikacıların, köşe yazarlarının, ekran güllerinin, din tüccarları ve aktörlerinin, bar entellerinin, türlü numaracıların, takkeli-takkesiz liboşların, sahte tarihçilerin, bazı özel okul kurucularının, tarikat şeyhleri ve cemaat reislerinin panikledikleri gözleniyordu.
Demirel de, haberi ilk duyduğu andan beri ateş üzerinde oturmaktaydı…
Belirtilen gün ve saatte helikopterler alana indi. Atatürk Sabiha Gökçen ve Salih Bozok’la birlikte ilk helikopterden indi. Demirel de karşılayanlar arasındaydı. Kaynaşan kalabalığı yararak Atatürk’e sokuldu ve Cumhurbaşkanlığı forsunu taşıyan aracı göstererek, ‘Buyurun efendim..’ dedi.
Atatürk’ün içinde bulunduğu araç ve dolaysıyla konvoy için Etimesgut, İstanbul Yolu, Ankara Garı, Ulus Meydanı, Sıhhiye, Kızılay, Bakanlıklar ve Çankaya şeklinde bir güzergah belirlenmişti.
Atatürk, yol boyunca gördükleri hakkında çeşitli sorular soruyor, aldığı cevaplar karşısında memnuniyetsizliğini gizlemiyor, aksine açıkça belirtiyordu. Demirel ise bunları cevaplamakta zorlanıyordu.
Bunlara bir-kaç örnek vermek gerekirse:
Atatürk, yollara dökülmüş, çılgınca alkışlayan halkın arasına merakla karışmış olan sakallı, dantel takkeli, bol pantolonlu erkekler, torba çarşaflı kadınlar ve türbanlı kızları görünce; ‘Yoksa bunlar Yakın Doğu’dan gelen turistler mi?’ diye sordu.
Demirel, ‘Hayır efendim, bunlar şeyler.. mümin vatandaşlarımız.
Atatürk, ‘Öyle mi? Peki, şu benzi solmuş, gözleri içeri kaçmış insancıklar kim? Vah vah. Hastaları böyle yola dizmeye ne gerek vardı?
Efendim, onlar hasta değil, memur ve işçi vatandaşlarımız.
Hızla Kızılay’a gelindi. Refüjlerin iki yanına dizilmiş demir babalar ve aralarına gerilmiş kapkara zincirler, Atatürk’ü iyice irkiltti.
Bunlar ne sayın Cumhurbaşkanı?
Süs efendim.
Biz, 80 yıl önce her türlü zinciri kırıp atmıştık. Kim geçirdi bu kara zincirleri süs diye Ankara’nın boynuna?
Demirel durumu kurtarmak için açıklama yapmak gereğini duydu:
Fıskiyeler efendim.
Anlaşıldı. Türkiye’de yalnız toprak değil, zevk ve görgü erozyonu da var. Hayrettin Karaca bu konuya da vakit geçirmeden el atsa iyi olacak.
……
Kortej hızla Çankaya’ya ulaştı. Köşk’ün ana kapısından içeri girildi. Eski, küçük Köşk’ün önünde durdular. Atatürk karşılayıcılara bir-kaç sözcükle teşekkür etti, Demirel’in elini sıktı ve Köşk’ün kapısında saygı nöbeti tutan tığ gibi subayları selamlayarak, arkadaşlarıyla birlikte Eski Köşk’e girdi.

* * *
Halk toplanmış, çok şey ifade eden uğultusu dört bir yana yayılıyordu. Siyasetçilerin buna canı sıkılıyordu.
Bu halk ne istiyordu yahu?
Atatürk’ü böylesine çılgınca özlemeleri için ne sebep vardı ki? Memleketi evelallah gül gibi idare etmekteydiler.
…..
Atatürk o akşam saat 21.00’de televizyonda bir konuşma yapmak istediğini bildirince, yorgun TRT canlanıp harekete geçti. Hızla canlı yayın hazırlıklarına başlandı.
Bütün televizyon kanalları TRT 1’e bağlanmışlardı. Sokaklar bomboştu. Halk televizyonun başına geçmiş bekliyordu.
Saat 21.00’e gelmişti. Spiker Nermin Tuğuşlu ilk kez kekeleyerek ve sesi titreyerek anons yaptı:
Şimdi devletimizin kurucusu Yüce Atatürk’ün konuşmasını sunuyoruz.
Ekranda Atatürk belirdi. Yumuşak ışıklar altında pırıl pırıl görünüyordu. Bakışları insanın içine işliyordu. Milyonlar soluğunu kesti.”
………

Değerli Dostlar,
Atatürk’ün burada yaptığı uzun bir konuşması var. Tarihe ışık tutan ve Yüce Önder’in her konuşmasında olduğu gibi, aydınlatıcı, oldukça etkili ve muhteşem bir konuşma.
Konuşmayı, bundan sonra ve bölümler halinde vereceğim. Böylelikle de bu yazı dizisi sona ermiş olacaktır…

* * *
(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

17 Mayıs 2009 Pazar

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN'DA
(3)
15 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı
(…) Samsun stadındaki gösteriler her yılki gibi yine tam saatinde başladı. Ama şeref yerinde Belediye Başkanı oturuyordu. Vali Vekili ve Komutan, çok önemli bir işleri çıktığı için gelemeyeceklerini bildirmişlerdi. Şeref tribünündeki davetlilerin şaşkınlığı yüzlerinden okunmaktaydı.
Bu törenden daha önemli ne olabilirdi bugün?
Yoksa Atatürk’ün geri geldiği hakkındaki acayip söylenti doğrumuydu?
Yok canım!
Hiç öyle şey olur mu?
TRT büyükşehirlerdeki gösterilerle birlikte Samsun’daki gösterileri de, dönüşümlü olarak canlı yayınlayacaktı. Samsun stadındaki spiker, merkezdeki yönetmene, ‘Vali ile Komutan törene katılmıyor’ dedi.
Burada da bir acayiplik var.
Ne gibi?
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı 19 Mayıs Stadı’na gelmemişler. Köşk’te toplanmışlar.
Neden?
Bilmiyorum. Hazır ol. Birazdan sana bağlanacağız.

* * *
Coşku ile izlenen gösteriler sürerken, Samsun Havaalanı’na, ardı ardına, üç askeri uçak indi. Uçaklarda Sabiha Gökçen, Erdal İnönü, Altemur Kılıç, Atatürk’ün Özel kalemi’nden Haldun Derin, Mina Urgan, Berrin Nadi, Canan Yücel, Tevfik Ünaydın, Arman Kansu, birlikte gelenlerden bazılarının yakınları, bir Bakan, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Genelkurmay İkinci Başkanı, bazı tarih ve tıp profesörleri, Harp Tarihi Dairesi’nden uzmanlar vardı. Otuz yedi heyecanlı ve huzursuz yolcu, aprona alınmış olan perdeleri örtük bir otobüse bindirildi. Otobüs eskortların eşliğinde yıldırım gibi hareket etti. Hızla şehre girip güvenlik çemberinden geçerek, karargahın ana kapısında durdu.
Gelenler, subaylar tarafından büyük bir hızla içeri alındılar. Sonra her şey yine belirsizliğe gömüldü. Gazete ve televizyon muhabirleri, bir ipucu elde edebilmek umuduyla telefonlara sarılarak Ankara bürolarını aradılar. Ankara kaynıyordu. Bütün Bakanlar, Kuvvet Komutanları, MGK Genel Sekreteri, MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü de Köşk’e çağrılmış, Atatürk’ün geri geldiği hakkındaki söylentiyle ilgili radyo ve televizyon yayını yapılması, 3984 sayılı kanunun 25. maddesi gereğince yasaklanmıştı. Silahlı Kuvvetler yarı alarma geçirilmişti. Köşk’ün hiçbir telefonu cevap vermiyordu. Söylentinin yayılmaması için gazetelerin ikinci baskı yapmaları da zorlukla önlenmişti.
Hoppala!
Haber merkezindeki şef, adının açıklanmasını istemeyen bir yetkilinin gizli olarak durumu şöyle özetlediğini bildirdi: ‘Samsun’daki Komutan, ısrar ve inatla Atatürk’ün bu sabah geri döndüğünü iddia ediyor. Ankara verdiği bilgiyi ciddiye almaz ve hemen harekete geçmezse, olayı kendisinin açıklayacağını bildirdi. Askerler Komutan’ın çok güvenilir biri olduğunu söylüyorlar. Bunun üzerine, Samsun’a, olayı incelemek üzere alelacele karma bir kurul gönderdik. Sonucu bekliyoruz. Ya hayal gördüğü anlaşılan Komutan görevinden alınıp hastaneye yatırılacak, ya da Atatürk’ün gerçekten geri döndüğü anlaşılacak. O zaman ne olur bilmem.
Neler olmazdı ki?
Muhabirin dudakları uçukladı.

* * *
Komutan kısaca bilgi verdikten sonra, kurul üyelerini Atatürk’ün yol arkadaşlarıyla karşılaştırdı. On sekiz kişi, kendilerini teşhise gelenlere gülümseyerek bakıyordu.
Önce Canan Yücel çığlık atarak babası Hasan Ali Yücel’e koştu. Sevimli dinazor Mina Urgan sevgili üvey babası Falih Rıfkı Atay’ı görünce, pek az yaptığı bir şeyi yaptı, ağlamaya başladı, hıçkırarak boynuna atıldı. Berrin Nadi kayınpederi Yunus Nadi’nin elini öptü. Sabiha Gökçen, Erdal İnönü, Altemur Kılıç, Haldun Derin çoğunu yakından tanıyorlardı.
Bir anda kaynaştılar. Heyecan yatıştı, çekingenlik geçti. Ne kuşku kaldı kurul üyelerinde, ne de tereddüt.
Hepsi gerçekti.
Bir mucize yaşanıyordu.
Sıra Atatürk’ün huzuruna çıkmaya gelmişti.
Salih Bozok içeri girip izin aldıktan sonra, Sabiha Gökçen’in elinden tuttu ve Atatürk’ün yanına önce onu soktu.
Kapı yavaşça kapandı.
Ruşen Eşref, yaprak gibi titremekte olan kurul üyelerine bilgi verdi.
Hepimiz dünyadan ayrıldığımız yaştayız. Atatürk de öyle. Bazı gelişimeler ve son zamanlarda kendisine duyduğunuz özlem üzerine kısa bir süre için bizlerle birlikte geri dönmeyi arzu etti.
Salih Bozok, gözlerini silerek kapıyı açtı.
Buyurun efendim.
Atatürk ile manevi kızı Sabiha Gökçen’in karşılaşmasından çok duygulandığı anlaşılıyordu. Üyeler, birbirlerinden ayrılmamaya çalışarak, yürekleri ağızlarında salona girdiler.
Atatürk ayakta kendilerini bekliyordu.
Kırk dakika sonra, üyelerin topluca imzaladıkları tutanak Çankaya’ya fakslandı.
Evet, Atatürk geri dönmüştü.
Saat 13.20’yi gösteriyordu.

* * *
Devlet Köşk’te toplantı halindeydi. Başyaver faksı Demirel’e takdim etti. Demirel faksa göz attı. Alnı boncuk boncuk terlemişti. Faksı yüksek sesle okudu.
Taş gibi bir sessizlik oldu. Yıllardan beri şakası yapılan olay sonunda gerçekleşmişti ha!
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi, 18 arkadaşı ile birlikte, yine Samsun’a çıkmıştı. Bu seferki arkadaşları, yeni Türkiye için can yada emek vermiş insanlardı.
Aman ya Rabbi!
Artık ne bu mucizeyi saklamak mümkündü, ne de açıklamayı geciktirmek. Ama gerekli önlemleri almak, olayı içe sindirmek ve düşünmek için devletlilerin zamana ihtiyacı vardı. Bu yüzden açıklamanın, Atatürk Ankara’ya gelmeden önce, Komutan’ın önerdiği biçimde ve saat 15.00’te, Samsun’da yapılması kararlaştırıldı.
Alınan karar Samsun’a bildirildi.
Samsun’da bir yayın ekibi ve yeterli aygıt vardı.
Bu sırada Samsun’daki kurul üyeleri, bir mucizeye tanık olmanın esrikliği içinde, Ankara’ya ve İstanbul’a dönmek üzere karargahtan ayrılıyorlardı. Geride, Atatürk’ün isteği üzerine, yalnız Sabiha Gökçen kalmıştı. Ankara’ya Atatürk ve ötekilerle birlikte gelecekti.

* * *
(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

15 Mayıs 2009 Cuma

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(2)

14 Mayıs 2009 tarihli yazımın Devamı

(…) Yoo, çok oluyordu bu adam. Niyeti sansasyon yaratmaktı anlaşılan. Otelin derhal sarılmasını emretti. Kendi yerine konuşması için Milli Eğitim Müdürü’nü görevlendirdi, ileri gelenleri yarım yamalak selamlayıp olayı İçişleri Bakanı’na bildirmek için arabasına daldı, telefona sarıldı. Ama bakan henüz makamına gelmemişti. İçindeki sıkıntı daha da arttı. Her şeyi abartmaya meraklı muhabirler birazdan, Atatürk’ü temsil eden aktörün Vali Vekilini hiçe saydığını, allayıp pullayıp gazete ve televizyonlarına geçeceklerdi. Namussuz teknoloji öyle gelişmişti ki ne yapsa, bu haber akımını engellemesine olanak yoktu. Acele bir basın toplantısı yapıp muhabirleri uyutarak belki durumu örtbas edebilirdi.
Çabuk Vilayete çek!
Bir trafik arabası öne geçip siren çalarak yol açtı. Makamına gelir gelmez, özel kalemine üç kesin emir verdi: ‘Sürekli İçişleri Bakanını ara! Basın mensuplarına haber ver, çok önemli bir basın toplantısı yapacağım, hemen buraya gelsinler! Bana da koyu bir kahve söyle!
Saat 09.13’tü.
Kahvesini içip zihnini toplamaya çalışırken çok özel telefonu çaldı.
Evet?
Emniyet Müdürünün gergin sesi duyuldu:
Sayın Valim oteli gizlice sardık, kaçmalarına imkan yok. Emrinizi bekliyoruz.
Güzel. Ne yapıyorlar?
Üçüncü katın bir kanadındaki bütün odaları, geçici olarak tutmuşlar, çay ve kahve içiyorlarmış.
Kaç kişi bunlar?
On sekiz, Atatürk’e benzeyen kişiyle birlikte on dokuz kişi.
Allah Allah! Amma da pervasız insanlar yahu. Ben gelene kadar harekete geçmeyin. Yanındakiler kimmiş?
Otele verdikleri bilgiye göre adları şöyle: Salih Bozok, Albay Nazım, Yarbay Mahmut, Ali Kemal Efendi, Rifat B örekçi, Mahmut Esat Bozkurt, Mazhar Müfit Kansu, İbrahim Ethem Akıncı, Asker Saime, Eribe, Türkan Başoğuz, Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Dr. Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ruşen Eşref Ünaydın, Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay.
Vali Vekilinin zihni iyice karıştı. Bu adlardan bazılarını biliyor, bazılarını da bir yerlerden hayal meyal anımsıyordu. Ama çoğunu ilk kez duymaktaydı. Hay Allah! Kimdi bunlar yahu? Ne anlamı vardı bu isimlerin? Yalnız İslam tarihine ilgi duymuştu. Ne Osmanlı tarihini iyi bilirdi, ne Cumhuriyet tarihini. Bugüne kadar sadece güncel olayları izlemiş, kudret sahiplerine şirin görünmeye çalışmış ve şeyhinin sözlerini dinlemekle yetinmişti. Tüh be.
..Otelde kısa bir süre kalacaklarmış. İçlerinden biri Garnizona telefon etmiş. Otelin önünde gençler ve meraklılar birikmeye başladı..
Hay aptallar hay! Kardeşim bunlar artist be!
Bir yetki çekişmesine yol açmamak için askerler işe karışmadan önce davranıp bu adamların çevirdiği numaraya son vermeliydi.
Haklısınız sayın Valim. Fakat bunlar birilerine ya da bir şeye güveniyor olmalılar. Geleni sahiden Atatürk sanan şaşkın resepsiyon görevlisi, -Valiye haber verelim mi?- diye kekeleyince, adamlardan biri sizin için yakışıksız laflar etmiş.
Ne demiş?
Affedersiniz, şey demiş..
Vali Vekili huylanmıştı, kükredi:
Söyle!
Söylüyorum, -Haber verme, zaten adamcağızın çeyrek aklı var, onu da kaybetmesin- demiş, ötekiler de kahkahayı basmışlar.
Vali Vekilinin bıyığı dikilip titremeye başladı. ‘Atatürk’ü matatürkü, hepsini göz altına al..’ diye bağırdı, ‘..Karşı dururlarsa, zor kullanın. Sonra ne yapacağımızı düşünürüz. Haydi!
Telefonu kapadı.
Çeyrek akıllı ha!
Ben size gösteririm!
Özel kalemine, Atatürk’e benzeyen adamın yanındaki kişilerin adlarını yazdıracaktı ama sıkıntıdan biri bile aklında kalmamıştı. Oysa basın toplantısında bu adlardan söz etmesi gerekebilirdi.
Acele Emniyet Müdürünü ara, bana söylediği adları öğren, sonra yıldırım gibi rektörü bul, birilerine hızla inceletip hemen bildirsin. Kim bunlar? Ne yapmışlar? Ben otele gidiyorum. Çabuk döneceğim. Gazeteciler beni beklesin!
Aşağıya inerken cep telefonu hırıldadı.
Evet?
Telefondan anlaşılmaz gürültüler geliyordu.
Sayın Valim, emrinizi yerine getiremedik.
Nedenmiş o?
Çünkü otelin önü birdenbire askeri araçlarla doldu. Komutan, beraberinde silahlı subaylar ve komandolar olduğu halde, içeri girdi. Yukarı çıkacak galiba. Çıkıyor. Subaylar ve askerler dört bir yana dağılıyorlar. Dağıldılar. Şimşek gibi kapıları, merdivenleri tuttular. Herhalde Atatürk’ü taklide yeltenen adamı kendileri tutuklayacaklar. Ne yapmamı emredersiniz?
Oradan ayrılma, geliyorum!
Sayın Valim, bizi de dışarı çıkarıyorlar!..
Ne demek? Beni bekle!
Dışardayım sayın Valim!
Telefonu kapatıp gazap içinde arabasına atladı.

* * *
Otelin önü gerçekten askeri araçlarla dolmuş, askerler çevreyi çember içine almışlardı. Karşı kaldırımda ise yüz kadar genç toplanmış, ‘ATATÜRK YENİDEN SAMSUN’DA!’ diye çığlık atıyorlardı.
Vali Vekilinin de tepesi attı. Arabasını durdurup sinir içinde dışarı fırladı, ‘Siz deli misiniz?’ diye bağırdı, ‘Atatürk yıllarca önce öldü. Ankara’da, Anıtkabir’de yatıyor. Ölmüş biri yeniden Samsun’da nasıl olur?
Öfkeden morarmış Vali Vekilini birdenbire karşılarında gören öndeki gençler şaşırıp sustular. Arkada duran sıska bir kız itiraz etti:
Atatürk Ölmez!
Bu incecik ses birdenbire bütün gençleri ateşledi, ‘Atatürk Ölmez!’ diye haykırmaya başladılar. Sesleri gittikçe artıyordu. Vali Vekili yanında biten Emniyet Müdürüne, ‘Çabuk dağıt bu şamatacıları!’ diye emretti, hızla geri dönüp otele yürüdü. Ama asker çemberini aşamadı. Askerlere söz anlatmak olanaksızdı. Daha da sinirlendi. Birkaç subay yaklaşıyordu. Bağırdı:
Komutanınızla konuşmak istiyorum. Hemen, şimdi, derhal! Bu işin askeri ilgilendiren bir yanı yok, polisin görev ve yetkisi içinde olan basit bir olay. Bu oyuncuları sizin gözaltına almanız, hiç istenilmeyecek sorunlara yol açar. Hepimizin başı ağırır.
Bir dakika efendim.
Bir yüzbaşı telsizini konuşma konumuna getirip, ‘Komutanım..’ diye fısıldadı, ‘..Vali Bey geldi, sizinle konuşmak istiyor. Peki komutanım.
Vali Vekiline döndü:
Buyurun.
Önüne düşüp yol gösterdi. Subayları ve komandoları aşıp otele girdiler. Ne otel görevlileri vardı ortalıkta, ne de müşteriler. Her yan askerle doluydu.
Üçüncü kata çıkacağız efendim.
Üçüncü katta, genç bir subay asansörün kapısını açtı. Koridorun ağzı, tabancalı subaylar ve elleri tetikte bekleyen komandolarla doluydu. Kalbi sıkıştı. Kendini kaderin akışına bırakıp genç subayın arkasından yürüdü. Önünde iki zıpkın gibi silahlı subayın nöbet beklediği bir kapının önünden sessizce geçtiler. Fesuphanallah! Göz altına almak nerede, bunlar çok değerli birini koruyor gibiydiler. Genç subay en dipteki odanın kapısını vurup açtı.
Buyurun efendim.
Vali Vekili içeri girdi. Komutan ve Atatürk’e benzeyen aktörle birlikte gelenler, kendisini bekliyorlardı.
Saat 09.24’tü.

* * *
TRT muhabiri, basın toplantısında bulunmak için hükümet konağına giderken, otelin önündeki kalabalığı görünce durdu.
Polis, gençlerin önünde zincir oluşturmuş, tezahürat yapmaya yeltenenlere, üniversite öğrencisi ve Cumartesi Annesi muamelesi yapıyordu. Otelin kapısının önünde, iki sıra halinde, askeri araçlar sıralanmıştı. Kapıyı görmek mümkün değildi.
Tanıdığı uyanık bir polise yaklaşıp ne olduğunu sordu.
Atatürk’ü taklit eden adamla arkadaşlarını gözaltına alacaktık ama askerler bizden önce davranıp oteli bastılar. Emniyet Müdürüyle arkadaşlarımızı dışarı çıkardılar. Bir Vali Bey girebildi. Kuş uçurtmuyorlar.
Neden?
Bilmiyorum. Belki programda yokken, adamın Atatürk gibi Samsun’a çıkmasına bozuldular. Belki de Atatürk’ü oynayan adamı beğenmemişlerdir. Televizyonda gördüm, Haluk Kurdoğlu bile kocaman göbeği, kızarmış burnu, sarkmış gerdanı ile Atatürk’ü oynadıktan sonra, buna niye kızdılar, anlamadım. Bu tıpkı Atatürk gibi yakışıklıymış.
Ne kadar oldu askerler geleli?
On dakika.
Polisin söylediği doğru olsa, şimdiye kadar hepsini dışarı çıkarıp götürmeleri gerekmez miydi? İşin içinde başka bir iş olmalıydı. Vali Vekili otelde olduğuna göre basın toplantısı sonraya kalmış demekti. Beklemeye karar verdi. Az sonra, rıhtımda çektikleri görüntüleri televizyonlarına geçtikleri için geç kalan muhabirler de göründü. Görevlerini yapmış olmanın keyfi içindeydiler. Oysa Atatürk’ü temsil eden aktörün Vali Vekiline muamelesi, haber merkezlerinde fazla ilgi uyandırmamış, kasetleri, yedek haberler arasına alınmıştı.
Bazıları otele ulaşmaya çalıştılar ama süklüm püklüm geri çekilmek zorunda kaldılar.
Askerler çok sertti.
Türlü senaryolar üretilirken, otelin önündeki bütün araçların motorları birdenbire gümbürdemeye başladı, ardı ardına hareket ettiler. Çevreye yayılmış komandolar toplanıp yürüyen araçlara cambaz gibi atladılar. Konvoy şaşırtıcı bir hızla uzaklaşıp toz oldu. Bunun üzerine Emniyet Müdürü, polisler ve muhabirler yarışırcasına caddeyi aşıp otele daldılar.
Askerler, Atatürk’e benzeyen adamı, onunla birlikte gelenleri, Vali Vekilini, olaylara tanık olan görevlilerle birkaç müşteriyi de götürmüşlerdi.
Görev aşkıyla yanıp tutuşan muhabirler, bilmeceyi çözmek için karargaha koştular. Gelgelelim karargah binası, yoğun bir koruma kuşağı içine alınmıştı. Değil bilgi vermek, binaya yaklaştırmıyorlardı bile.
Zaman deli gibi akıp gidiyordu. Muhabirler ayaküstü bir dayanışma anlaşması yaptılar. Yarısı karargahın önünde kalacak, yarısı stadyuma gidecek, elde edilen bilgiler paylaşılacaktı.

* * *
(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

14 Mayıs 2009 Perşembe

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA

Değerli Dostlar,

Eminim sizlerin de; zamanla benim düşündüğüm gibi, tarihin yaşanmış bazı gerçeklerinin yeniden yaşanmasını istediğiniz olmuştur. En azından aklınızdan şöyle bir geçirmişinizdir. Yakın tarihimiz içinde özlenen olaylar bir hayli var. Hiç kuşku yok ki; Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkışı da bunlardan birisidir.
Çoğunluğumuz, olayı okul yıllarında bizlere anlatılan şekliyle biliyoruz. Bazılarımız konu hakkında yazılmış eserleri de okumuş olabilirler.
Ancak, Tarihçi Yazarımız Sayın Turgut ÖZAKMAN’ın, ‘19 Mayıs 1999 Atatürk Yeniden Samsun’da’ adında ve iki kitaptan oluşan bir romanı var. Bilgi Yayınevi’nden çıkan bu eserin Birinci Baskısı Ekim-2002’de yapılmış. Her biri yaklaşık 250 sayfadan oluşan bu eseri, okumamış olanların bir an evvel arayıp, bulmalarını ve okumalarını öneririm. Oldukça keyifle okunacak bir eser…
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının 90. yıldönümünde, söylenebilecek o kadar çok husus var ki…
Kısaca değinmek gerekirse; karşı devrimci, karanlık amaçlı, dinci, gerici, yobaz, bağnaz, çağ dışı ve Ülkeyi ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyen ve emperyalizmin maşası hain-işbirlikçi güçler, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Atatürkçü Düşünce konusunda, buldukları her fırsatı iyi değerlendirmeye çalışarak, her türlü karalamayı yapmaktan çekinmiyorlar. Bunların engellenmesi konularında yapılabilecek olanlar ele alınabilir.
Ayrıca, bütün engellemelere karşın; 17 Mayıs 2009 tarihinde Tandoğan/ANKARA’da, Laik Cumhuriyetimize, Sosyal Hukuk Devletimize, Üniter Yapımıza ve dolaysıyla Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkabilmek adına gerçekleştirilecek CUMHURİYET MİTİNGİ hazırlıkları da son aşamasında iken; Mitinge katılım konusunda hala çekince içinde olanlar var ise; onların ikna edilmelerine çalışılır.
Ama, bunlara karşın, Milli Mücadele Tarihimiz’i bilmenin olmazsa olmazımız olduğu gerçeğinden hareketle; bu gayretlere katkı olabilir düşüncesiyle, Sayın ÖZAKMAN’ın, anılan eserinden bazı kısımları, orijinal yapısını bozmadan sizlere sunmanın yararlı olabileceğini düşündüm.
Zamanım olduğunda; bir müddet bu yazıları, bölümler halinde, sizlere iletmeye devam edeceğim. Bu amaçla hazırladığım yazılar aşağıda takdirlerinize sunulmaktadır:
Samsun Vali Vekili, 19 Mayıs Çarşamba sabahı, içinde bir sıkıntı ile uyandı. Rüyasında, tam da Vali olacağı sırada, görevden alındığını görmüştü. Bağlı olduğu tarikatın şeyhi, rüyaların gelecekten işaretler taşıdığını söylerdi. İçini çekti, ‘Hayra tebdil et ya Rabbi’ diye dua etti.
Sabah limanda düzenlenen törene katılacak, bir konuşma yapacak, sonra da stadyumdaki gösterileri izleyecekti. Hasta olan Valiye vekalet ettiği için 23 Nisan’da, görevi gereği, yüreğine taş basıp, Atatürk’ü yüceltmek zorunda kalmıştı. Oysa saltanatı yıktığı, hilafeti kaldırdığı, tarikatları kapattığı, laikliği getirdiği, fesi attığı, Arap yazısına son verdiği, saçı uzun aklı kısa kadınlara bir takım haklar tanıdığı için Atatürk’e şiddetle karşıydı. Yazık ki; bugün de Atatürk’ü yüceltmesi gerekiyordu.
Lanet olsun!
Oflaya puflaya kalktı.

* * *
Hava güzel, deniz sakindi.
Atatürk’ün Samsun’a çıkışının bir yıldönümünü daha kutlamak üzere Belediye Başkanı, Rektör, Garnizon Komutanı, öteki ileri gelenler, dernek temsilcileri, öğrenciler ve halk, sabahın erken saatinde limanda toplanmışlardı. Vali Vekili saygıyla karşılandı. Tören, küçük Bandırma Gemisi’ni temsil eden bir motorun, her yıl olduğu gibi, rıhtıma yanaşması ve Atatürk’ü temsil eden bayrağın rıhtıma çıkarılmasıyla başlayacaktı. Sultan Vahidettin’in yerine Atatürk’ün anılıp, yüceltilmesi Vali Vekili’nin canını sıkmaktaydı. Bir takım dinci yazarlar, İstiklal Savaşı’nı gizlice Sultan Vahidettin’in planladığını, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya zorla onun gönderdiğini, üstelik cebine de yüz binlerce altın koyduğunu yazıyorlardı. Gerçi hiçbir belge, kanıt, tanık göstermiyorlardı ama olsun, bu imanlı yazarlara inanmamak ayıp kaçardı.
Bayrağı taşıyan sahil koruma botu gelmeden önce, göz alıcı, bembeyaz bir motor ağır ağır rıhtıma yanaşıp bordaladı. Motordan tıpkı Atatürk’e benzeyen biri çıktı ve Samsun’a ayak bastı.
Arkasından, aralarında biri genç üç hanımın da bulunduğu, değişik yaşlarda, kalabalıkça bir grup da rıhtıma çıktı. Telaşlanan bando şefi, acele işaret verince bando, ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşını çalmaya başladı. Alan hareketlendi.
Vali Vekili’nin bu program değişikliğinden haberi yoktu. Sinirlendi. Ama halk ve öğrenciler gösteriden hoşlanmışlardı. Alkışlamaya, ‘Yaşa!’ diye bağırmaya başladılar. Doğrusu bu ya, hepsi rollerini çok iyi yapıyordu. Eski fotoğrafları anımsatan giysileri içinde sahici gibiydiler. Vali ayağa kalktı. Karşılamamak olmayacaktı. Yaklaşan Atatürk’e doğru birkaç Vali adımı attı. Aktörü, gerçekten Atatürk gibi karşılaması komik olurdu, karşılamaması ise türlü yorumlara sebep olabilirdi. 28 Şubat 1997’den beri, hele Merve Kavakçı’nın başörtüsüyle Meclis’e girmeye kalkışmasından sonra, bazı kesimlerde aşırı bir duyarlılık başlamıştı. Yarı saygılı, yarı şakacı bir eda ile Atatürk’e benzeyen adama, ‘Samsun’a Hoş Geldiniz’ diyerek elini uzattı.
Beklenmedik bir şey oldu, Atatürk’e benzeyen adam Vali Vekili’ni elinin tersiyle yavaşça kenara itip yürüdü. Beraberindekiler de Vali Vekili’ni görmezden gelerek Atatürk’ü izlediler. Atatürkçülüğü, anma töreni yapmak, Atatürk rozeti taşımak ve Atatürk şiirleri okumak sanan güzel öğrenciler ile halkı selamlayarak, alkışlar içinde geçip uzaklaştılar.
Vali Vekili’nin tansiyonu yükseldi. Atatürk rolünü oynayan aktöre oracıkta haddini bildirmeyi düşünmüştü ama kameralar harıl harıl çalışıyordu. İhtiyatlı davranarak, gerekeni yapmayı sonraya erteledi, törenden sorumlu görevliyi yanına çağırdı. Kısık, tehdit edici bir sesle, ‘Bu değişiklikten neden benim haberim yok…?’ diye çıkıştı. ‘…Bu acayip gösteriyi kim koydu programa? Bu küstah adamı kim seçti? Yanındaki insanlar kim?
Badem bıyıklı görevli heyecandan boğulacak gibiydi. ‘Efendim…’ diye kekeledi.
…Böyle bir gösteri asla söz konusu değildi. Yıllardan beri ne yapılıyorsa; bu yıl da o yapılacaktı. Bu olay bizim için de tam bir sürpriz. Vallahi, billahi, tallahi hiçbirini tanımıyoruz.
Seninle sonra görüşeceğiz, şimdi bir şey olmamış gibi devam edin!
Başüstüne!
Adamcağız lacivert giysili bir gence kürsüye çıkmasını işaret etti. Lacivertli genç, boyun damarlarını şişire şişire, günün anlam ve önemine uygun, demirbaş bir yazıyı okumaya başladı. Bu arada Emniyet Müdürü’nün cep telefonu öttü. Müdür, aldığı bilgiyi Vali Vekili’ne fısıldadı:
Atatürk’ü taklit eden kişi, yanındakilerle birlikte Büyük Samsun Oteli’ne gitmiş. Biri, otel fişini O’nun adına Mustafa Kemal Atatürk diye doldurmuş.
Neee?
(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi