30 Aralık 2008 Salı

'UCUZ EKMEK KUYRUĞUNDA
CAN VERMEK!'

Yılın bu son yazısını karamsar bir tablo oluşturmadan yazabilmek isterdim. Ama olmadı! Yapamadım!
Ya olup bitene göz yumup, hayali bir şeyler yazacaktım. Ya da ortaya çıkan tablo ne olursa olsun göğüsleyecektim.
İkincisini tercih ettim.
Hayali yazmak bana göre değil. Gerçekler böylesine her gün yüzümüze çarparken; neyin hayalini yazacaktım? Nasıl, yalandan ve albenisi bol, şatafatlı renklerle dolu bir tablo ortaya koyardım?
Yok Dostlar, yok! Gerçekler elimi, kolumu bağlıyor. Olmuyor!


* * *

27 Aralık’tan buyana Gazze’de kan gövdeyi götürür halde. ABD’nin her türlü desteğini arkasına alan İsrail, Obama’ya, yeni marifetlerini sunuyor.
İsrail’in şımarıklığı yüzlerce Filistinlinin canına mal oldu. Okulundan henüz çıkan ve evine doğru gitmeye çalışan çocukların üzerine bombalar düşüyor. Sivil yerleşim yerleri bombalanıyor. Küçücük bebekler, neyin ne olduğunu anlamayı bırak, dünyayı bile doğru dürüst göremeden beşiklerinde, kundaklarında can verdiler. Aileleri yok olan çocuklar, tutundukları bir yerlerden, boş gözlerle dünyaya bakıyor. Olup/biteni anlamaya çalışıyor.
Bugüne kadar öldürülen Filistin vatandaşlarının sayısının daha nerelere ulaşacağı henüz belli değil. Binlerce yaralı var. Bir o kadar yuva yok oldu. İnsanlar evsiz barksız ortada kaldılar. Gazze’nin bir tek hastanesinde yaralılar koridorlarda ve yerlere yatırılıyor. Tıbbi malzeme yeterli değil. Doktor sayısı az. Bombalama bir yandan devam ediyor. Ambulanslar yaralı taşımaya yetmiyor. Ölenler, çarçabuk defnediliyor. Gazze’deki durum kısaca bu…

* * *
Gazze kıyımı haberlerinden kendimi alamamışken; yurtiçinden iki acı haber, sanki yüreğime oturdu.
Sabahın erken saatinde, Ucuz Ekmek almak için evinden çıkan yaşlı bir vatandaşımız, girdiği kuyrukta sırasını beklerken, günün ilk saatlerinin ayazına dayanamayan cılız bedeni olduğu yere yığılıvermiş. İnsanlar Belediye Büfesi’nin önünde ekmek almayı beklerken; yaşlı amcanın cansız bedeni yanıbaşlarında cansız yatıyor. Onun amacı, olabildiğince tasarruf etmek ve evladının okul masraflarını karşılayabilmekti. Ama başaramadı. Bünyesi yeterli direnci gösteremedi. Vatandaşına bunu yaşatanlara , Yazıklar Olsun!

* * *
Diğer habere gelince; bir şehit polis memuru daha bugün yapılan törenin ardından defnedildi. AKP İl Başkanlığı binasının bombalanması sonucu yaralanan polis memuru, tüm gayretlere ve hayata sıkı sıkıya yapışmış olmasına karşın, kurtarılamadı. Hayatının baharında yaşama ve bizlere veda etti. Henüz 28 yaşında civan gibi bir delikanlı. Evlenecek, ev ocak kuracak ve çoluk çocuğa karışacaktı. Hayalleri böyle olmalıydı… Ama, maalesef o da olmadı. Görev başında iken, hainlerin tezgahı sonucu canından oldu.
Yakın zamana kadar, her gün üçer-beşer şehit verdiğimiz Mehmetçiklerimiz’e, bu şehit polis memurumuz da İstanbul’dan eklendi.

* * *
Bunlar olup/biterken, siyasi irade, yani hükümet nerede, ne yapıyor dersiniz?
Kabine üyelerini geçip, RTE neler yapıyor ona bakalım:
-Kısa bir süre önce Ankara’ya resmi bir ziyarette bulunan İsrail Başbakanı ile samimi bir havada görüşüyor.
-Yüksek Yargı Organları Başkanları’nın tartışmalarında, taraf olduğu yönünde bir görüntü vererek, Danıştay’ı kastettiği her halinden belli bir vaziyette, ‘Ne o, yoksa Türkiye’de ikinci bir Anayasa Mahkemesi mi var?’ diyor.
-Ankara Altındağ Spor Sarayı’nda yaptığı konuşmasında, kendilerinden olmayan herkese verip veriştiriyor. Ülkede her şeyin yolunda olduğunu, hizmetlerinin kıskananların da olayları çarpıttığını söylüyor.
-Bir süre önce, İMF’nin açıklamalarına istinaden; ‘Ümüğümü Kimse Sıkamaz! Sıktırmam!’ sözlerine karşın, bugün ‘Ümüğünü Sıktırmaya’ hazırlanıyor.
-Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne Başkan Adayı olabilecek birisini arıyor,

* * *
Her ne kadar RTE aksini söylüyorsa da; 2008 yılı, Türk Ulusu’nun biraz daha fakirleştiği, canının daha çok yandığı, cebindeki üç beş kuruşunun iyice değerini yitirdiği, çok evladını Vatan Uğruna Şehit verdiği mutsuz bir yıl oldu.
Karamsarlığım hoş görülsün ama, 2009’un daha kötü geçeceğini düşünüyorum. Ekonomik Kriz, 2009’da etkisini çok daha fazla hissettirecek. Yerel Seçimler nedeniyle kaos ve kargaşanın daha da artabileceğini sanıyorum. İnsanımızın, her sektörden alacağı hizmetlerin karşılığında daha fazla bedel ödemek zorunda kalacağına inanıyorum.
Onun için; bugüne kadar ne, nasıl ve neden oldu bir kenara koyalım. Türk Ulusu’nu bu duruma düşüren AKP ve Zihniyeti iktidarına gereken dersi verelim. Bunun için, 29 Mart 2009 Yerel Seçim imkanını iyi değerlendirelim.
Birimiz o yana, öbürümüz bu yana çekiştirmeyi bırakalım. Birbirimizle didişmenin kimseye bir yararı yok. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler hızla geçiyor.
Birlik ve Beraberlik içinde olmayı, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni, ilelebet kollamak ve korumak üzere ortak mücadele etmeyi bir an evvel gerçekleştirelim.
Umutlarımı dinç tutarak Türk Ulusu’nun ve bütün Dostların Yeni Yılını samimi dileklerimle kutlar, sağlık, mutluluk ve esenlikler temenni ederim.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

26 Aralık 2008 Cuma

ATATÜRK’ÜN ANKARA’SI
( 1919’dan 2008’e )

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayan Ulusal Direniş Hareketi, Amasya Tamimi’nin ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri’yle şekillendirilmiştir.
Sivas Kongresi, Türk Ulusu’nun Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkması ve Cumhuriyeti Kurulması için önemli bir mihenk taşıdır.
Kongre’nin ardından, Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal, Ankara’ya gidilecek olmasıyla ilgili olarak;
Asıl tehlike, batıda, arkasında emperyalist güçler bulunan Yunan Ordusu'dur. Bu bakımdan uygulanacak yol ve yöntem şudur ki; genel durumu yönetip, yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, elden geldiği kadar yakın yerde bulunmalıdırlar. Yeter ki, bu yakınlık genel durumu gözden kaybettirecek derecede olmasın! Ankara bu şartları kendisinde toplayan bir noktada bulunmaktadır. O halde; cephelere ve İstanbul'a demiryolu ile bağlı olan ve genel durumu yönetme bakımından Sivas'tan hiç bir farkı olmayan Ankara'ya gelinecektir’ şeklinde düşüncesini açıklamıştır.
Heyet, 18 Aralık 1919 tarihinde Sivas’tan ayrılmış ve Kayseri üzerinden, Ankara’ya doğru hareket edilerek, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya ulaşılmıştır. O günkü şartlarda Ankara, Anadolu’nun ortasında ve küçük bir kasaba görünümündedir.
Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye, bugünkü Genelkurmay Başkanlığı’nın, Jandarma Genel Komutanlığı yönündeki alanda Ankaralılar tarafından karşılanmıştır. Bugün orada, bu karşılanışı simgeleyen ve üzerinde o günün önemini anlatan ifadelerin bulunduğu bir de anıt bulunmaktadır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı Ankara’dan sevk ve idare edilmiştir. Ankara’da, sırasıyla, önce Meclis açılmış, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın Başkent olması kabul edilmiş ve ardından da Cumhuriyet’in ilanıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bütün dünyaya resmen duyurulmuştur. Onun için, Ankara’nın, Cumhuriyet Tarihimizde önemi büyüktür.

* * *
Bugünkü Ankara’ya baktığımızda ise; durum içler acısıdır. Modern görünümlerin yanı sıra, şehir merkezinin birazcık dışına çıktığınızda; gecekondularla yüzyüze gelirsiniz. Şehrin merkezinde ise; Atatürk’e ait değerlerin hızla yok edilmek istenmesinin izleri açıkça görülebilmektedir.
Örneğin:
-Milli Bayramlarda, özellikle bir-kaç yıldan buyana, Atatürk Bulvarı’nda Türk Bayrağı göremezsiniz. Büyükşehir Belediyesi, nedense asmıyor… Ama, Arap ülkelerinden birileri geldiğinde; o ülkenin, şehrin merkezi yerlerine asılan bayrakları sayesinde, Ankara alacalı-bulacalı renklere bulanıyor.
-Yıllardır Ankara’nın sembolü olarak kullanılan Hitit Güneşi ambleminin yerine, Atakule görüntüsüyle birlikte minare ve cami kubbesi ağırlıklı ve Ankara’yı hiçbir şekilde çağrıştırmayan bir garabet, mahkeme kararına karşın, sembol olarak kullanılmaya devam ediliyor.
-Ankara’nın simgelerinden birisi kabul edilen Atatürk Bulvarı, sözüm ona trafiği rahatlatabilmek adına, alt-üst geçitlerle parçalandı. Trafikteki rezalet halen sürüyor.
-Atatürk’ün, Ankaralılar tarafından karşılandığı yerdeki anıt bakımsız haldedir. Anıtın bulunduğu yerin her türlü hizmeti Büyükşehir Belediyesi’nin sorumluluğunda olduğundan, anıtın düzenleme ve/veya restorasyonu da onlara aittir. Yaptığım araştırma neticesinde öğrenebildiğim kadarıyla; ne kendileri yapıyor, ne de başkalarının yapmasına izin veriliyor.
-Başkentin en önemli sorunlarının başında susuzluk geliyor. Bugün için, ağır metal artıkları içerdiği konusundaki tartışmalar halen sürdürülen Kızılırmak suyu, çoğunlukla bulanık bir şekilde, Ankaralılar’ın kullanımında. Şehrin büyük bir bölümü bu suyu kullanmak zorunda bırakılıyor. Başka şansları var mı ki?
-Ankara, asla temiz bir başkent olamadı. Bugünkü Yerel Yönetim 15 yıla yakın bir süredir görevde. En son örnek de; Kurban Bayramı’nda yaşandı. Şehrin rastgele yerlerinde, denetimsiz, kesilen kurbanların artıkları günlerce ortalıkta kalakaldı. Kızılay ve civarını yeniden söylemeye gerek var mı?
-Altyapı yetersiz. En küçük bir sağanak yağmurda bile şehri su basıyor. Kar yağdığında, bazı ara sokaklara günlerce araçla girilip/çıkılamadığı oluyor.
-Dünyanın hiçbir Başkentinde göremeyeceğiniz, 20-25 yaşındaki eski belediye otobüsleri halen hizmette. Otobüslerden dolayı gürültü kirliliği had safhada. Kimin umurunda?
-Atatürk Orman Çiftliği elden çıkmak ve mevcut özelliğini yitirmek üzere.
-Soğuk günlerin başlamasıyla, yaklaşık 25 sene gerilerde kalan hava kirliliği yeniden ortaya çıktığı. ODTÜ raporlarına göre kükürtten başka Arsenik de içerdiği kanıtlanan kalitesiz kömürün dağıtımı tam gaz devam ediyor.
-Büyükşehir Belediyesi’nin son marifetini de; Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun televizyondaki tartışmalarından öğrendik. İddiaya göre, İ. Melih Gökçek doğalgaz sayaçlarında, bizden fazlasıyla paralar almış. Parasını geri almak isteyenlerden de; mahkeme kararı getirmelerini istiyormuş. Konu hakkında, bugünlere yandaş medya organlarında farklı yayınlar var ama inanılacak ve itibar edilecek gerekçeler henüz duyulmadı.
Bunların dışında yazılabilecek bir o kadar daha konu var.

* * *
Geçenlerde bir yakınımızın cenazesi için Karşıyaka Mezarlığı’na gittim. Mezarlığın ortası sayılabilecek en yüksek yerine koskocaman bir tesis yapılmış. İçinde Cami, geniş bir avlusu, bir o kadar araç park yeri, cenaze için ihtiyaç duyulabilecek her türlü hizmetlerin verildiği bölümler ve en önemlisi de; cenaze sahipleri ve cenazeye gelenlerin oturabileceği kapalı bir mekan da var. Üstelik, kapalı mekanda verilen çay hizmetleri de ücretsiz…
Bayram da, mezar ziyareti için gittiğimde yine gördüm. Hatta oturdum etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Gelenler hallerinden pek memnundu. Güzel de olmuş. Bu cami kompleksine hiç bir diyeceğim yok.
Bunu niye mi anlattım?
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin, Mart-2009’da yapılacak yerel seçimlere endeksli ve devlet kesesinden olduğu herkesler tarafından bilinen gıda ve bol arsenikli kalitesiz kömür yardımları ile Karşıyaka Mezarlığı’ndaki cami kompleksine gösterdiği ilginin bir kısmını da Atatürk’ün Ankarası için göstermesinin iyi olacağını düşündüğüm için. Ama nerede o günler?
Sizin, Büyükşehir Belediyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara için gerekli olan hizmeti vermeme lüksünüz yoktur. Olamaz da!
Dünyada eşi benzeri olmayan bir Cumhuriyet’e başkentlik eden Ankara bunlara layık değildir. Siyasi düşünceniz ne olursa olsun; madem ki Ankara’ya Belediye Başkanı oldunuz; gereğini de yapacaksınız. Yapmalısınız!
Ankaralılar, ciddi bir sorumluluğun altındadır. Yerel seçimlere fazla bir zaman yoktur. Gıda ve Ankaralılar’ı şimdiden zehirlemeye başlayan kalitesiz kömür dağıtımının sağladığı imkanlar, Atatürk’ün Ankarası’ndan daha önemli olmamalıdır!
Bunlar birer oyundur. Oy toplama yöntemidir. Yardımlar, yardım olmaktan çıkmış, siyasi birer faaliyet olmuştur. Önce yoksul bırakılan Halkımıza, devletin malı, yardım adı altında ve oy avcılığı için verilmektedir. Bu hizmet değil, olsa olsa siyasi yönetimin uyguladığı sadaka kültürü demokrasisidir. Artık gözümüzü açalım ve oyunlara alet olmayalım.

* * *
Büyükşehir Belediyesi’nin pek fazla bir gayret göstermemiş olmasına karşın; 13 Ekim 2008’de Ankara’nın Başkent oluşunun 85. yılı kutlandı. 27 Aralık 2008 tarihinde de; Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 89. yılı kutlanacak. Bu vesileyle, Ankara’nın içinde bulunduğu durumu bir kez daha, başta Ankaralılar olmak üzere, bütün dostların, dolaysıyla Türk Ulusu’nun dikkatine sunuyorum.
Atatürk’ün Ankarası, Atatürkçü Düşünceyi hazmedemeyen, Laik Cumhuriyeti asla benimsemeyen, Atatürk ve O’na ait bütün değerleri, gizli veya aşikar yok etmek isteyen kişi ve kuruluşların inisiyatifine asla bırakılamaz.
Cumhuriyet’in önemli kazanımlarından birisi olan Ankara’ya, şartlar ne olursa olsun, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne, özde, bağlı vatandaşlarımız sahip çıkmalı ve Ankara’yı, Cumhuriyet’le birlikte, ilelebet korumalıdır.
Kaybettiklerimiz, yeniden ve kolay kazanılamamaktadır!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

25 Aralık 2008 Perşembe

MEHMET AKİF ERSOY
(Ulusal Şairimiz)

Mehmet Akif, 20 Aralık 1873 tarihinde İstanbul’un Fatih Semti’nde dünyaya gelmiştir.
Önceleri Öğretmenlik yapan Akif, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında, Birinci Meclis’te, Burdur Milletvekili olarak görev almıştır.
Milletvekilliği süresince, Anadolu’nun bir kısmını dolaşarak, Türk Ulusu’na Milli Mücadele’nin önemini anlatmış ve Milli Bilinç oluşmasına katkı sağlamıştır.
Mehmet Akif ERSOY’a, Milli Mücadele yıllarında kaleme aldığı ve 12 Mart 1921 tarihinde, Meclis tarafından Ulusal Marş olarak kabul edilen İstiklal Marşı’nı Türk Ulusu’na bahşetmiş olması münasebetiyle; Ulusal Şair de denilmektedir.
İstiklal Marşı’nın kabul edilmesinin ardından, o günkü gazetelerde Mehmet Akif’le ilgili yazılar günlerce manşetlerden inmemiştir.
Bir gazetecinin, Mehmet Akif ERSOY’a,
İstiklal Marşı’nın olağanüstü beğeni topladığını ve bu konuda neler söylemek istediğini…’ sorduğunda;
Mehmet Akif:

Yüce Allah, Türk Milleti’ne bir daha
İstiklal Marşı yazılmasını nasip etmesin…

şeklinde oldukça anlamlı ve düşündürücü bir yanıt verir.

* * *
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından İstanbul’a dönen Mehmet Akif ERSOY, daha sonra Mısır’a yerleşmiş ve Kahire Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermeye başlamıştır.
Hayatının 10 yılını Mısır’da geçiren Akif, siroz hastalığına yakalanmış ve durumu ağırlaşınca da İstanbul’a getirilmiştir.
27 Aralık 1936 tarihinde de; ebediyete intikal etmek üzere, aramızdan ayrılmıştır.
Her yıl düzenli olarak yapılmakta olan Mehmet Akif ERSOY’u anma etkinlikleri, nesilden nesile ve daha da geliştirilerek sürdürülmelidir.
Türk Ulusu için önemli hizmetlerde bulunan bütün kahramanlara gösterilen ilginin, Atatürk Gençliği tarafından devam ettirilmesi sorumluluğumuzun gereğidir.
Mehmet Akif ERSOY’u, aramızdan ayrılışının 72. yılı münasebetiyle, bir kez daha saygıyla anıyor, Bize, İstiklal Marşı’nı bahşetmiş olduğu için minnettarlığımı arz ediyor ve ruhu şad olsun diyorum.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com

24 Aralık 2008 Çarşamba

GAZİANTEP’İN KURTULUŞU,
‘ŞAHİNBEY VE KARAYILAN’

Türk’üm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk Köyü,
Gazianteplileri kahramanlık misali olarak alabilirler

Mustafa Kemal ATATÜRK

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından İngilizler, 17 Aralık 1918 tarihinde Gaziantep’i işgal etmişlerdir. İtilaf Devletleri arasında huzursuzluğa neden olan bu İngiliz işgali bir yıl kadar sürmüş, özellikle de Fransızlar bu işgale karşı çıkmışlardır. Yapılan bir takım anlaşmalar neticesinde, nihayet İngilizler Antep’i boşaltmak zorunda kalmışlardır.
Bölge’de Fransızların gözü vardır ve Fransızlar, 29 Ekim 1919’da Kilis’i, 5 Kasım 1919’da da Gaziantep’i işgal etmişlerdir.
Yörede yaşayan Halkı iyiden iyiye tetikleyen bu peş peşe işgaller, Nisan-1920 başında Gaziantep Savunması’na yol açmıştır. Savunma bir yıla yakın sürmüştür. Ama, Fransızların şehri ablukaya aldıklarından, açlığa dayanılamamış ve savunma sona erdirilmiştir.
Savunma süresince verilen mücadelede Halk’tan 6000 civarında insanımız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Meclis, 6 Şubat 1921 tarihinde aldığı bir kararla, Antep’e ‘Gazilik’ ünvanı vermiştir.
Yapılan çeşitli görüşmeler ve nihai olarak imzalanan Ankara anlaşması neticesinde; 25 Aralık 1921 tarihinde Fransız işgali sona ermiştir.
Gaziantep Savunması ve yerel Kuvay-ı Milliye güçlerinin verdikleri mücadelenin, emperyalist güçlerin Anadolu Toprakları’ndan sökülüp, atılmasında ne denli etkin olduğunun önemli bir göstergesidir.

Ben Gazianteplilerin nasıl gözlerinden öpmem ki;
Onlar Gaziantep'i kurtardıkları gibi, Türkiye'yi de kurtardılar

Mustafa Kemal ATATÜRK

Milli Mücadele sürecinde Kuvay-ı Milliye Teşkilatı büyük yararlılıklar göstermiş ve topraklarımızı, kendi aralarında, yer yer bölüşmüş ve Anadolu’nun tamamına göz dikmiş olan emperyalist devletlerin kirli ellerinin kırılmasında inanılması güç başarılar ortaya koymuştur.
Gaziantep ve havalisi Kuvay-ı Milliye Teşkilatı da; ortaya koyduğu kararlı mücadele ile Ulusumuzun mevcut milli duygularının şahlanmasına öncü olmuştur.
Gaziantep’teki bu başarılı mücadele Mustafa Kemal ATATÜRK’ün de takdirlerini kazanmıştır. ATATÜRK, 25 Aralık 1937 tarihinde, Gaziantep'in kurtuluşunun 16. yıldönümü münasebetiyle gönderdiği bir telgrafta;
Eğer bir gün Millet’in, Vatan ve Cumhuriyet'in yüksek menfaatleri gerektirirse, o çevre kahramanlarının geçmişte olduğundan daha yüksek kahramanlıklar göstereceklerinden asla şüphem olmadığı bilinmelidir!
şeklinde görüş ve duygularını ifade etmiştir.
İşte bu mücadelede, yani Gaziantep Savunması’nda, bir çok isimsiz kahramanların yanı sıra iki yiğit vatan evladı öne çıkmaktadır. Şahinbey ve Karayılan(Yörede Kürt Mulla olarak anılır). Bu iki kahraman, yöre insanı başta olmak üzere, Tüm Ulusumuz’un unutamayacağı kahramanlıklar göstermiştir.
* * *
ŞAHİNBEY
(Mehmet Sait)

Şahinbey, 1877 yılında Gaziantep’te, Bostancı Mahallesi 55 numaralı evde dünyaya gelmiştir. Milli Mücadele yıllarında büyük yararlılıklar gösteren ve etrafına adeta ışık olmuş bir kahramandır. Asıl adı Mehmet Sait’tir. ‘Şahinbey’, yöre insanının kendinse verdiği takma adıdır.
Şahinbey, Sina cephesinde çarpışmış, gösterdiği başarılardan ötürü terfi ettirilmiş ve döndüğünde Memleketi olan Gaziantep’in Nizip ilçesine Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştır. Gaziantep’in işgal edilmek istenmesi üzerine, Ayıntap Heyet-i Merkeziye’ye müracaat eden Şahinbey, düşmanın şehre giriş istikametinde bulunan cephelerde görevlendirilmiştir.
Şahinbey, Gaziantep’i işgal etmek isteyen Fransızlara engel olabilmek amacıyla, düşmanın şehre geliş istikameti olan Kilis yönünde üç müdafaa hattı kurmuştur. Yanına, yerel Kuvay-ı Milliye Teşkilatı’ndan aldığı yaklaşık 200 kişilik birlikle, direnişi örgütlemiş ve Fransız Kuvvetlerinin, şehre girmesini uzun süre engelleyebilmiştir.
Fransız Kuvvetleri Birliği, yaklaşık olarak 8000 piyade, 200 süvari, 4 tank, 1 batarya top, 16 ağır makineli tüfek ve çok sayıda otomatik tüfekten oluşmasına karşın, Şahinbey ve arkadaşlarından oluşan yaklaşık 200 kişilik Kuvay-ı Milliye kahramanları karşısında, bir adım bile ilerleyemeden, çakılıp kalmıştır.
Ancak, Fransızlar güçlerini bir şekilde aldıkları takviyelerle artırarak yüklendikçe, çetin çarpışmalar meydana gelmiştir. Çarpışmalar neticesinde, büyük kayıplar veren Şahinbey ve arkadaşları, sonunda 87 kişi kalmışlardır. Bu durumda bile, çarpışmalardan vazgeçmeyen Şahinbey, o dönemde Gaziantep için son müdafaa hattı olan Kilis tarafından girişte bulunan Elmalı köyü civarındaki çarpışmalarda 86 arkadaşını daha yitirmiş ve tek başına kalmıştır.
Şehit olmadan önce;
Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şehit kanı karışmıştır. Bize; Namus, Din ve Bağımsızlık için ölüme atılmak, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Bir an evvel topraklarımızdan defolup gidin. Yoksa kıyarız canınıza. Eğer, düşman buradan geçerse; Ben Antep’e ne yüzle dönerim, düşman ancak benim cesedimi çiğner de öyle girer Şehir'e’ ifadelerini söylediği dilden dile dolaşır.
Gerçekten de öyle olmuştur. Tek başına kalan ve cephanesi biten Şahinbey, Elmalı köprüsünü terk etmemiş, çarpışmaya yumruklarıyla devam etmiştir. Fransız Kuvvetleri, savaş adap ve ahlakına yakışmayan insanlık dışı hareketlerde bulunarak; Şahinbey’in üzerine adeta çullanmışlardır.
Şahinbey, yüzlerce süngü ile delik deşik edilerek, köprü başında şehitlik mertebesine yücelmiştir. Acı haber şehre tez zamanda ulaşmıştır. Şahinbey’in naaşını, yörenin diğer bir kahramanı olan Karayılan, kucağında şehre kadar taşımıştır. Bu hüzünlü olay, yöre halkını çok etkilemiş, Şahinbey üzerine ağıtlar yakılmıştır.

Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında.
Uyan Şahin uyan gör neler oldu.
Sevgili Ayıntab'a Fransızlar doldu.
* * *

KARAYILAN
(Kürt Mulla)

Karayılan, Atmalı aşiretinden olup, 1888 yılında Maraş’ın Pazarcık ilçesi, Höcüklü Köyü, Elifler mezrasında doğmuştur. Babası Ermeniler tarafından şehit edilmiş, kendi kendine okuyup yazma öğrenmiş, köyünde imamlık yapmış çok zeki bir yurtseverdir.
I. Dünya Savaşı esnasında, Rus Cephesi’nde savaşmış ve yaralanmıştır. Bu cepheden köyüne dönen Karayılan, yaralarının iyileşmesinin ardından bir müddet sonra, hükümet kuvvetleri ile birlikte katıldığı bir çatışma neticesinde, halkı kırıp geçiren Balyan’lı eşkiya Bozan ağayı vurmuş ve adamlarını darmadağın etmiştir.
Karayılan, Gaziantep’in zor günlerinde, etrafında topladığı arkadaşlarıyla, Karabıyıklı diye bilinen mevkiide, Fransız Kuvvetlerine çok büyük darbeler indirmiştir. Böylelikle de Kuvay-ı Milliye saflarına katılmış, Şahinbey’in de dava ve silah arkadaşlarından birisi olmuştur.
Fransızlara karşı bir çok mücadeleden başarıyla çıkmış olan Karayılan, Elmalı Köyü köprüsünde şehit düşen Şahinbey’in haberini aldıktan sonra büyük bir sarsıntı geçirmiş olmasına karşın, Şahinbey’in cesedini şehrin merkezine kadar kucağında taşımıştır.
Ancak, zaman durma ve Şehitlere ağlama zamanı değildir. Mücadele tüm hızıyla sürdürülmüştür.
Karayılan ve silah arkadaşları, amansızca saldıran düşmana karşı bir çok çarpışmaya katılmış, kimisinde yaralanmış, kimisinde ise ölümden döndüğü olmuştur. Ama, hiçbirinde mücadele etmekten yılmamış, çekinmemiştir.
Böylesi mücadelelerden birinde, kendisine verilen Şıhın Dağı(Sarımsak Tepe)’ndaki Fransız Kuvvetlerini geri püskürtme görevini yaparken, şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Karayılan der ki Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
Nerde düşman varsa orada bitirek,
Vurun ha yiğitler namus günüdür
Nazım Hikmet
* * *
Her sene 25 Aralık’ta Gaziantep’in Kurtuluş yıldönümü münasebetiyle kutlamalar yapılmaktadır. Gaziantep’li dostlarıma söz verdiğim gibi; bu yıl yapılacak kutlamalar öncesi bu yazıyı hazırladım.
Bu çalışma için yararlandığım dostlarıma bir kez daha teşekkür ediyor ve 25 Aralık 2008 tarihinde kutlanacak olan Gaziantep’in Kurtuluşu’nun 87. yılı münasebetiyle yöre insanına saygılarımı sunuyorum.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com
Kaynak: H. F. GÖÇER, Gökçen GÖÇER Yaşam Hakkı Drn. Gaziantep
F. BUDAK, Laik Düşünceyi Yaşatma Drn. Gaziantep
İ. ŞAHBUDAK, Emekli Öğretmen, Ankara

22 Aralık 2008 Pazartesi

Mustafa Fehmi KUBİLAY
(Devrim Şehidi)

Cumhuriyet’in kuruluşundan buyana, Dinci, Gerici, Yobaz ve Din Baronları tarafından, ‘Şeriat İsteme’ hayalleriyle bir çok kez isyanlara maruz kalınmış, ancak her defasında isyanlar bastırılarak, isyancıların tamamı bertaraf edilmiştir.
Bu isyanlardan özellikle ikisi çok önemlidir. Birisi; 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanıdır. Diğeri ise; yazımızın da konusu olan Kubilay olayıdır.


* * *

Mustafa Fehmi KUBİLAY, Girit’li bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında dünyaya gelmiştir. Öğretmendir ve 1930 yılında, 24 yaşında iken, İzmir’in Menemen ilçesinde, Yedeksubay olarak askerlik hizmetini yapmaktadır.
Cumhuriyet’in, bir fidan misali bu öğretmeni, 23 Aralık 1930 tarihinde, Manisa’dan gelen ve sabah saatlerinde Menemen’e ulaşan Derviş Mehmet adında bir dinci, yobaz, gerici ve arkadaşları tarafından başı kesilerek şehit edilmiştir. Olayın ayrıntısı defalarca gündeme gelmiş olmakla beraber; Nakşibendi Tarikatı’na bağlı olduğu mahkeme kayıtlarında yazılı olan Derviş Mehmet, etrafındaki az sayıdaki yobaz tayfasıyla Menemen’in Belediye Meydanı’na geldiğinde; kalabalık yaklaşık yüz kişiye kadar ulaşmış ve hep bir ağızdan zikir çekmeye ve şeriat ilan ettiğini haykırmaya başlamıştır. Meydanda, bu esnada oluşan kalabalığın bir kısmı bu yobazlara katılırken; bir kısmı ise sessiz kalmış, olup biteni seyretmeye koyulmuştur.
Şeriat isteyen yobazlar, bir müfreze başında kendilerine müdahale eden Asteğmen Kubilay’ı hemen oracıkta ve sonra da iki mahalle bekçisini, giriştikleri mücadele neticesinde şehit etmişlerdir. Asteğmen Kubilay’ın kafasını, bağ bahçe işlerinde kullanılan testere ağızlı kör bir bıçakla bedeninden ayırıp, yeşil bezden oluşan güya şeriat bayrağının bağlı olduğu sırığın tepesine takarak ilçede dolaştırmaya başlamışlardır. Dincilerin bu azgın ve taşkın davranışları, takviye gelen askeri birlik tarafından şiddetle bastırılmış ve Derviş Mehmet adlı yobaz vurulmuş, diğer kaçanlar ise yakalanarak haklarında soruşturma başlatılmıştır.
Olay, kısa bir sonra Mustafa Kemal ATATÜRK’e aktarıldığında; ilk tepkisini, ‘Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir.’ şeklinde göstermiştir. Kubilay Olayı’na adı karışanların hepsi mahkemelerce hak ettikleri cezaya çarptırılmış olmakla beraber; bu Olay Cumhuriyet Tarihimizdeki hüzünlü halini her daim muhafaza etmiştir.


* * *

23 Aralık 2008, Asteğmen Kubilay’ın şehit edilmesinin 78. yılıdır. Bu süre içinde bir çok badireler daha atlatılmış olmakla beraber; maalesef dinci, yobaz, gerici ve Atatürk İlke ve Devrimleri’yle Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na karşı olan Zihniyet’in, tamamen ortadan kaldırılması, özellikle çok partili siyasi hayata geçişimizden sonra mümkün olamamıştır. Bunun en önemli ve belirgin olan nedenlerinin başında; bir kısım siyasilerin, tıpkı günümüzde olduğu gibi, o dönemde de dini siyasi amaçlarına alet etmeleridir. İşin şaşırtıcı olan yanı da; Kubilay’ı şehit eden Zihniyet’in halen mevcudiyetini koruyor olması ve Zihniyet yandaşlarıyla birlikte bu kanlı olaya karışmış olanların torunlarının da; içinde bulunduğumuz bu yıllarda, devletin etkili ve üst makamlarında görev yapmış olmalarıdır.
Suçun bireyselliği ilkesinden hareketle, hiç kimseyi, geçmişte dedesinin veya bir yakınının yaptıklarından dolayı suçlu addetmek gibi bir niyetim yok. Olamaz da! Ancak; bu dinci, yobaz ve gerici takımı bulundukları makamlarda boş durmuyor, buldukları her fırsatta Atatürk ve O’na ait bütün değerlere zarar veriyor ve/veya yok etmeye çalışıyorlar.
Atatürkçü Düşünceye sahip olmak ve Laik Cumhuriyet’i korumak uğruna bir şekilde üzerlerine gidilen mürteciler, hemen her seferinde takiyye yaparak, bir manevrayla Atatürkçü görünmeye çalışıyor ve bir yolunu bulup, bu konuda Türk Ulusu’na nutuklar atmaya başlıyorlar. Ya da bir anda ortadan kaybolup, inlerine siniyorlar. Asla geri çekilme diye bir durum söz konusu olmuyor. Sindikleri inlerinden, uygun ortamın oluştuğunu gördüklerinde; bir bakıyorsunuz farklı kılık ve adlarla ancak aynı amaç için yeniden ortaya çıkmışlar.


* * *

İş, bu noktada Türk Ulusu’nun duyarlılığına dayanmaktadır. Hepimize, büyük sorumluluklar düşüyor. Sorumluluğumuzun bilinciyle hareket etmek zorundayız. Cumhuriyetimizin bu çileli ömrünün, artık refah içinde ve Atatürk İlke ve Devrimleri’nin öngördüğü şekliyle sürmesi gerekmiyor mu? Türk Ulusu olarak; Cumhuriyetimize, Temel Değerlerine ve Kazanımları’na sahip çıkmak Bize çok mu zor geliyor?
Atatürkçü Düşünce ve Laik Cumhuriyet karşıtlarının, bugün Ilımlı İslam diye bir ABD uydurmasına din diye sarılıyor olmaları, tamamen bir yalan ve göz boyamadan başka bir şey değildir. Bu sahte dindarların, dincilerin, din baronlarının, yobazların ve gericilerin içlerinde, fakir fukara olanına asla rastlayamazsınız. Bunların Müslüman olduklar bile şüpheli! Hepsinin unu da, tuzu da oldukça kurudur. Çünkü, din söyleminin arkasında yemedikleri herze yoktur.
Ey Atatürk Gençliği! Kubilay olayı başta olmak üzere; Cumhuriyet Dönemi buyunca yaşanılan dinci, yobaz ve gerici hareketler size önemli birer ders olmalıdır. Bugün karşınıza ellerinde belirli güç olarak çıkanların görüntüleri ve söylemleri sizleri yanıltmasın. Bunların din ve imanla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Birinci amaçları, toplumun harcı konumundaki Atatürkçü Düşünce’yi yok etmek, Atatürk ve O’na ait değerlerden en ufak bir iz dahi bırakmamaktır.
Kubilay gibi bir Atatürk Devrimcisi’nin, dinciler ve yobazlar tarafından şehit edilmesinin 78. yıldönümünde bunları yazmak elbette kolay değil. Bunca yıl boşuna mı gayretler gösterildi?
Atatürk ve O’na ait değer ve düşüncelerin korunmasında ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin muhafaza edilmesi ve ilelebet var olması için azami dikkat ve gayretin gösterilmesinde, birlik beraberlik içinde omuz omuza mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Adamsendecilik ve duyarsızlık bugünün işi değildir!
Asteğmen Mustafa Fehmi KUBİLAY’ı bir kez daha saygı ile anıyor, O’nun ve şahsında bütün Devrim Şehitleri’nin ruhları şad olsun diyorum.
CENGİZ ÖNAL
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar

www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

17 Aralık 2008 Çarşamba

HABLEMİTOĞLU ANISINA
Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin
üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı
bunca zahmete ve mihnete değer mi
?’ diyorsanız;
Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak ‘Evet Değer!’ diyorum.
Çünkü Türk’üm ve Başka Türkiye yok!
Doç. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
Doç. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU’nu, 6 yıl önce bugün, yani 18 Aralık 2002’de, yine böyle Ankara kışına has soğuk ve ayaz dolu bir günde, evinin önünde uğradığı menfur silahlı bir saldırı sonucu yitirdik.
O gün dersten çıkmış ve sonraki günlerde vereceği derslerin konuları ile diğer programlara ilişkin düşünceleri, kafasında belirli bir düzene yerleştirerek, evine doğru yönelmişti. Nereden bilebilirdi ki; biraz sonra, hain bir kurşunun canına kastedeceğini, katledileceğini.
Değil bilmek, hatta tahmin etmek, böyle düşünceleri aklına dahi getirmeyi ayıp sayan bir mücadele adamı, bir Atatürk Devrimcisiydi O…
Biz, HABLEMİTOĞLU’nu öyle bildik. Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri konusundaki anlatımları, karşı devrimciler ve emperyalist güçlere karşı ısrarla sürdürdüğü mücadelesi bunun açık bir kanıtıydı.

* * *
Aramızdan ayrılışının ardından, elbette çok sözler söylendi. Bir o kadar da ağıtlar yakıldı, yazıldı, çizildi… Bunların içinde olabildiğince dürüst olanlar olduğu gibi, görüntüyü kurtarmak için olanlar da elbette vardı.
Nereden mi biliyorum?
Katili halen yakalanmadı! Yani tetiği çeken kişinin aksine, tetiği çektiren güçten bahsediyorum. Birilerini gözaltına alıp, birini de tutuklamış olmak, kamuoyunda nispeten, katil yakalandı gibi bir inancın doğmuş olmasına yol açmış olsa da; arkalarında böylesi büyük güç bulunduğu sürece; Atatürk Devrimcileri’nin katilleri yakalanmazlar. Yakaladık diye birini içeri tıkarlar hepsi o kadar. Toplum olarak, nasıl olsa geçmişi de çabuk unutuyoruz ya… Bu da; irticanın arkasındaki güçlerin işlerine geliyor.
Bugüne değin, karşı devrimcilerin tertipleriyle yitirdiğimiz bütün Atatürk Devrimcileri ve Cumhuriyet Aydınları için aynı husus geçerli değil mi?
Prof. Dr. Muammer AKSOY, Prof. Dr. Bahriye ÜÇOK, Turan DURSUN, Çetin EMEÇ, Dr. Orhan YAVUZ, Başsavcı Doğan ÖZ, Uğur MUMCU, Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI ve daha niceleri gibi, karşı devrimcilerin sıktığı kurşunlar veya gönderdiği bombalı paketlerle hayatlarını yitiren Aydınlarımızın, gerçek anlamda katillerinin yakalandığına inanıyor musunuz?
Eğer inanıyorsanız; bu cinayetlerin hepsinin aynı tarihte işlenmemiş olduğuna dikkatinizi çekmek isterim…

* * *
HABLEMİTOĞLU, bir Vatan sevdalısı, Tam Bağımsız Türkiye’ye ulaşıncaya kadar mücadeleden vazgeçmemeye inanmış bir Atatürk Devrimcisi’ydi. O, zararı nereden ve nasıl görebileceğimizi büyük isabetle önceden görebilen ve Türkiye Cumhuriyeti üzerine oynanan oyunlar üzerinde ciddi anlamda kafa yoran bir aydındı.
Atatürk’ün, Gençliğe Hitabe’de ifade ettiği, Dahili ve Harici Bedhahlar’ı iyi bellemiş ve mensubu olduğu toplumu da, bu konuda aydınlatmayı, kendine ciddi bir sorumluluk edinmişti.
Hayatta olduğu sürelerde hazırladığı, ancak bir kısmı aramızdan ayrılışının ardından yazdırılıp, bastırılabilen ve kitap olarak yayınlanan eserlerinde; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne ve Laik Cumhuriyet’e karşı olan zihniyeti olabildiğince ve belgeleriyle ortaya koymuştu. Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehlikenin başında irticanın ve dolaysıyla mürtecilerin geldiğini defalarca dile getirmiş ve yazmıştı.
Katledilişinden birkaç ay sonra yayınlanan Köstebek adlı eserinin önsözünde bakın HABLEMİTOĞLU ne söylüyor:
Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor… Geçtiğimiz yüzyılın başında İngiliz işbirlikçisi Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürrizade Abdullah ve İskilipli Atıf gibi mürtecilerin tasfiyesi üzerine Cumhuriyet kurulmuştu. Bugün, küreselleştiği iddia olunan dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye vatandaşı mürteciler, İngiltere’nin yanı sıra, ABD, Almanya, Libya ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediyorlar…
Bu ifadelerin devamında:
Ve bu araştırma konusu olan, yasadışı hocaefendi sanını(!) kullanmayı yeğleyen kimi şeyhler de, sanki gizli bir mübadele protokolü varmış gibi, kendi ülkesinden, yeni vatan ABD’ne rahatlıkla hicret edebiliyor…’.
Bir-iki sayfa sonra:
Fethullahçılar, Türkiye’de Mevleviler, Bektaşiler ve Cerrahiler gibi salt dinsel inancını yaşamaya çalışan bir cemaat değildir. Uluslararası alanda at koşturan, son derece tehlikeli bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ve eğitim kurumlarıyla, Türkiye’nin yüzyüze olduğu en tehlikeli tehdit odağıdır…’ cümleleriyle kitabın önsözü devam ediyor.

* * *
Kısaca ifade etmek gerekirse; Doç. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Türkiye üzerine oynanan oyunlar ile emperyalist güçlerin yerli işbirlikçileri olan hainler Türk Ulusu’na tanıtma ve anlatma konusunda ciddi emek sarf etmiştir. Bu uğurda yitirdiğimiz Devrim Şehitlerimiz yolumuzu aydınlatmış ve adeta mücadelemizin şeklini belirlemiştir. Atatürkçü Düşünce’nin izlenmesi gereken ışık olduğunu bir kez daha göstermiştir. Arkalarından ağlamak, feryat figan edip ağıtlar yakmak Atatürk Gençliği’ne yakışmaz.
Bizler, Onların öncü oldukları yolda ısrarla ilerlememizi sürdürür, Mustafa Kemal Atatürk’ün emanet ettiği Laik Cumhuriyet’i sonsuza değin korur ve Atatürk Aydınlanması ve Türk Devrimleri konusunda üzerimize düşeni yaparsak; görevimizi yerine getirmiş oluruz.
Aramızdan ayrılışının 6. yılında HABLEMİTOĞLU’nu, bir kez daha saygıyla anıyor ve ruhu şad olsun diyorum.
CENGİZ ÖNAL
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

16 Aralık 2008 Salı

MİLLİ SİYASET DİBE VURDU!
Cumhurbaşkanının, Ulusal Futbol Takımı'nın Maçı münasebetiyle Ermenistan’ı ziyaret etmesi ve o tarihten kısa bir süre önce RTE, Ermenistan Başbakanı ile İstanbul’da bir araya gelmesi nedeniyle yazdığım yazıda bu konuya yine değinmiştim.
Bölgemizdeki gelişmeler karşısında hükümetin gösterdiği tutum ile özellikle AB üyesi ülkelerinden gelenlerin, TBMM’ne kadar gidip, ileri geri konuşmaları ve içişlerimize karışır mahiyette sözler etmeleri de işin cabası.
AKP ve Zihniyeti hükümetinin, sanki yıllar öncesinden belirlenmiş bir Milli Siyasetimiz yokmuş gibi davranarak, kendi politik hareketlerine uygun düşen davranışlar göstermesi, Türk Ulusu’nda Milli Siyaset’in Dibe Vurduğu gibi bir görüşün doğmasına yol açmıştır.

* * *
Cumhurbaşkanı, Ulusal Futbol Takımı'nın Maçı’nı izlemek üzere Erivan’a gittiğinde; Türkiye’den başka, özellikle emperyalist güçler başta olmak üzere, bir çok ülke bu davranışı alkışladı. Yabancıların yaptıkları gayet doğal. Çünkü işlerine öyle geliyor. Türkiye’nin bölgesinde önemli bir güç olmasından rahatsızlık duyuyorlar. Onun için de; her fırsatta, Türkiye Cumhuriyeti’ni önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyenlere ellerinden gelen her türlü desteği veriyorlar.
Biz ne yapıyoruz?
Hükümet dahil herkes bol hamaset nutukları atıyor. Atatürkçü söylemler herkeslerin ağzında… Hükümet üyesi bakanlar bile, sıkıştıklarında bu söylemlere sığınıyorlar.
Bunun, sadece görüntüyü kurtarmak için yapıldığı da gözlerden kaçmıyor.
İçimizdeki bir kısım hainler de; son günlere bir Özür Dileme diye tutturdular. 1915 olayları münasebetiyle Ermenistan ve dolaysıyla Ermenilerden özür dilenecekmiş. Bugünlerde konu bolca tartışılıyor. Hükümet kanadı ise; köşeye çekilmiş olup/biteni sadece izliyor. En küçük bir tepki dahi gösterdikleri yok.
Acaba, birileri böyle davranmalarını mı söylüyor?
Hiç de gözden uzak tutulacak bir ihtimal değil… Yoksa, insan kendi ülkesine göz dikenlere bu denli tavizkar davranır mı?

* * *
Gündemde, ABD’de yerleşmiş bulunan Ermeni gençlerin kurdukları bir müzik grubunun, Ermenistan tarafından Eurovision’a gönderilmesi tartışmaları da var. Yeni duyulan bu konu hakkında Ermenistan tarafından resmi bir açıklama yapılmamış olmasına karşın; büyük ihtimalle adı geçen grubun Eurovision’da Ermenistan’ı temsil edeceği sanılıyor.
Ancak, bu grubun bir özelliği var. Yaptıkları ve Eurovision’a katılacakları parça Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaretlerle dolu. Daha bugüne kadar böylesi duyulmadı. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e öylesine ağza alınmadık sözler ediliyor ki; insanın dinlerken bile tüyleri diken diken oluyor.
Halen, bu konuda da AKP ve Zihniyeti hükümetinden bir tepki gelmedi.
Buldukları her fırsatta Milliyetçiliği kimselere kaptırmayan hükümet ve muhalefet, dut yemiş bülbül kesildiler. Sanki, Atatürk’e ve Türkiye’ye küfür edilmesini bekliyormuşçasına bir görüntü sergileniyor.
Bu nezaket ise; olmaz olsun böylesi nezaket!
Bir tevazu söz konusuysa; Türk Ulusu’nun onay vermediği konuda, hiç kimse ve hiçbir makam, O’nun adına tevazu gösteremez!
Peki nedir o halde?
Ne olacak; Pısırıklık! Teslimiyetçilik de denilebilir…

* * *
Bir yazarımız, sözde Ermeni soykırımı iddiasını savunurcasına sözler etti; karşılığında semeresini gördü. Nobel Ödülü aldı. Bugün, Ermenilerden özür dilemeye çalışan aydınların da; böyle bir beklentisi mi var ki? Doğrusunu isterseniz; hiç de şaşırmam!
Ya hükümetin sessizliğine ne demeli?
Öyle ya; Milli Siyaset’in sürdürülmesinden hükümet sorumludur. Yoksa; kökü Atatürk Dönemi’ne dayanan Türkiye Cumhuriyeti Milli Siyaseti terk mi ediliyor?
Olabilir, kim bilir?
Peki, yerine ne koyacaksınız?
Bunu da ABD ve AB mi size söyleyecek?
Galiba öyle görünüyor. Baksanıza, AKP ve Zihniyeti iktidarından buyana ABD ve AB’ye danışılmadan hiçbir şey yapılmıyor. Parmak dahi oynatılmıyor…

* * *
Efendiler, Aklınızı başınıza alın!
Türk Ulusu’nun sabrını zorlamanın, hiç kimseye bir hayrı ve yararı dokunmaz.
Terörle Mücadele konusunda pasif davranıldı, sonunda teröristle masaya oturuldu, ses çıkarmadık.
Hemen her gün evlatlarımızı birer-ikişer şehit verdik sustuk, sessizce içimize ağladık.
Ekonomik sıkıntılar belimizi kıracak noktaya geldi, ‘Kriz Bizi Teğet Geçti’ dediniz; buna da kabul deyip sabır gösterdik.
Ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Siyaseti’ni Dibe Vurdurduğunuzda; buna susmak o kadar kolay değil.
Ülkemiz toprakları üstünde düşmanca emeller besleyen Ermenistan vb gibi ülkelere hoşgörü gösterilmesinin kabul edilecek bir tarafı olamaz!
Milli Siyaset, iktidarların oyuncağı değildir. Her iktidar, kökleri Cumhuriyet Dönemi’ne dayanan bu siyaseti kendine göre uyarlayamaz!
Gereğini yapamıyorsanız; bırakırsınız.
Elbet bir yapan bulunur.
CENGİZ ÖNAL
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

6 Aralık 2008 Cumartesi

BAYRAMINIZI KUTLUYORUM

Değerli Dostlar,
Bize, yaşamamız için inatla dayatılan şartların böyle olduğunu bilerek, Bayram Kutlaması mesajı yazmak inanın içimden gelmiyor. Bilgisayarın başındayım ama, parmaklarım klavye üzerinde kıpırdamıyor sanki…
Geçtiğimiz bayramda da aynı duyguyu yaşamış olmama karşın; yine de sizi Bayram Kutlaması mesajımdan yoksun bırakmamak için bir şeyler yazmıştım.
O günlerin üzerinden iki ayı aşkın bir zaman geçmiş ve bu arada da arkadaşlarımızca onca aydınlatıcı yazılar yazılmış olmasına karşın; halen bir arpa boyu kadar yol alınamamış ve de alınamıyor olmasına üzülüyorum.
Yazmış olmak için yazmak bana göre değil. Ama, yine de boş sayfaya bir şeyler dökülüveriyor.
Arkadaşlar,
Artık söylenmek zamanı geçti. Hepimizin aklımızı başımıza alıp, neler yapıyor olduğumuza bir kez daha bakmamız gerekiyor.
Karşı Devrimciler başarılı olabiliyorsa; bu bizim başarısız olduğumuz anlamına gelir.
Sizlere ulaştırmaya çalıştığım yazılarımda, çoğunlukla altını çizercesine belirttiğim gibi, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni yok etmek isteyen zihniyet karşısında, olmazsa olmazımız, öncelikle BİRLİKTE VE TEK BİR GÜÇ olarak bulunma zorunluluğumuzdur. Aksi halde; bütün çabalarımız, bireysel çırpınmalardan öteye geçemez.
Gelin, yasal haklarımız içinde, hep birlikte ufacık su birikintilerini Göllere, çayları ise Nehirlere dönüştürelim. Zor değil. Sadece herkes üzerine düşen sorumluluğun gereğini yapacak, hepsi o kadar…
Birlik olursak; diri ve güçlü oluruz. Mücadelemiz daha etkili olur.
Kardeşlerim,
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Bursa Nutku’nda tanımladığı Türk Gençleri olarak, umuyorum, tez zamanda, demokratik haklar ve yasalar çerçevesinde, Ortak ve Güçlü Mücadelemizi daha da kuvvetlendirelim.
Bu duygular içinde, bütün Dost, Arkadaş, Kardeş ve de Canlar’ın Bayramını, en içten duygularımla kutlar, sağlık, esenlik ve mutluluk dileklerimi sunarım.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

3 Aralık 2008 Çarşamba

SİYASİ İRADE NEREDE?

Toplumun önemli bir kesiminde büyük bir huzursuzluk var. Yetmiş milyonu aşkın nüfusuyla bölgesinde önemli bir güç olan Türkiye’yi yöneten hükümetler, dünyada olup bitenleri izleyerek, geleceği iyi okuyabilmeli ve buna göre de, gerektiğinde radikal kararlar alabilmeli.
Dünyayı sarsan ekonomik kriz vatandaşımızı sokağa çıkamaz duruma düşürdü. Sanayici, esnaf, çiftçi, köylü, çalışan, emekli vb her kesimin ağzının tadı kaçtı.
Siyasi iktidar, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. RTE, ikide bir ekrana çıkarak, ‘Kriz bizi etkilemedi, teğet geçti, vb’ gibi hafifletici sözlerle durumu kotarmaya gayretinde.
Aklı başında ülkeler üçüncü kriz paketini açıkladı. Türk Hükümeti’nden hala ses yok. Hükümetin, kriz hakkında gerçek dışı açıklamalarla işi idare etmeye çalışması düşündürücü. Nedeni, IMF ile henüz anlaşmaya varılamamış olmasıdır.
Anlaşma olacak mı?
Ona ne şüphe?
Yine bir yığın tavizler verilip, bir şekilde IMF direktiflerine boyun eğilecek ve şartları kabullenilecektir. Başka yapacak fazla bir şeyleri yok ki! Çünkü, iktidara geldiklerinden beri ülkeyi dışa bağımlı hale getirdiler.
Milli Üretime yönelmemiş olmanı sonucu budur. Eğer üretime yeterli yatırımı yapmış olabilselerdi; içinde bulunduğumuz sıkıntı bu denli can yakmayabilirdi. Siz, hükümet olarak, hiçbir üretimde bulunmayacak, dışarıdan getirdiğiniz sıcak para ile işi götürmeye çalışacak ve Atatürk Türkiyesi’ni ABD’nin talimatları ve AB’nin istekleri doğrultusunda yöneteceksiniz. Olur mu öyle şey? Olursa; işte böyle olur!
Vatandaşımızın hali perişan. 2008’in ikinci yarısı için Asgari Ücret(16 yaşından büyükler için) 457.-YTL. Türk-İş’in, dört kişilik bir aile için açıkladığı Açlık Sınırı 757.-YTL ve Yoksulluk Sınırı ise; 2.240.-YTL. Gerçekler böyle iken işsizlik sayısı da her ay katlanarak artıyor.

* * *

Hükümet ne yapıyor dersiniz?
Bakanlar ve önde gelen milletvekilleri, Kızılcahamam’da kamp yapıyor, hamama, saunaya girip, yürüyüş yapma sevdasıyla dağa, taşa tırmanıyor. Konu kriz oldu mu; sessiz kalmayı tercih ediyor. Gerekli gördüklerinde, RTE hafifletici ve de yumuşatıcı sözlerle sınırlı açıklamalar yapıyor. Hepsi o kadar.
Hizmet olarak da; önceden adresleri belirlenmiş kendi adamlarına, yandaş belediyeler vasıtasıyla gıda ve kalitesiz kömür dağıtıyor. Ne de olsa Mart-2009’da Yerel Seçimler yapılacak. Oy alabileceklerini planladıkları bir kısım insanımızı şimdiden hazırlıyorlar. Diğerleri ne olursa olsun!
Genel durum hakkında, yandaş medyanın dışındaki sınırlı sayıdaki medya bir şeyler söylemeye çalıştığında; feryat figan çığlıklar başlıyor. Hemen dolaylı yollardan baskı uygulanıyor.
Demokratik Kitle Örgütleri’nin, izinli mitinglerinde bile, ortalık bir şekilde savaş alanına dönüyor. Yaralananlar, elleri yüzleri kan revan içinde kalanlar ve biber gazının etkisiyle zor anlar geçirenler de işin cabası. Aleyhte yazanlar, çizenler, konuşanlar ve toplananlara, adeta düşman gözüyle bakılıyor. Yani beceriksiz oldukları bir yana; tahamülsüzler de!
Peki, muhalefet ne alemde?
Doğrusunu söylemek gerekirse; sadece CHP kanadının zamanla sesi çıkıyor. Grup toplantılarında esip, gürlemeler duyuluyor. Meclis dışındaki açıklamalar ise; Anadolu’daki tabiriyle, ‘Süt Dökmüş Kedi’ misali, pek sessiz oluyor. Diğer muhalefet parti ve milletvekillerine gelince; nadiren de olsa seslerinin duyulduğu olabiliyor. Kamer Genç’in ara sıra çıkışları da olmasa; yok kabul edilebilecek durumdalar.

* * *

Türk Ulusu bu şartları yaşamayı hak etmiyor. Ekonomik sıkıntılar, siyasi kifayetsizlik, bölücü terörle mücadele, her gün verilen onca şehit, AB ilgililerinin Meclis’e kadar gelip içişlerimize karışmaları vatandaşımızı canından bezdirdi. Milletimizin sessizliği, yetersizliği ve güçsüzlüğünden ziyade, sabır ve asaletinden kaynaklanıyor.
Sorumluluk Meclis’te ve dolaysıyla Milletin Vekilleri’nde. Böylesi durumlarda Vekiller üzerine düşeni yapmaktan çekinmemeli. Hiçbir Milletvekili’nin sığınacak mazereti olamaz. Hükümet’te olanlar yapmıyorsa; ne yapıp edecek, diğerleri onların çalışmalarını sağlayacaktır. Millet’in güvenine boş verip, parmak kaldırma usulüyle vekilliği icra etmeye çalışanlar, hiç kimseye hesap vermeyecek olsalar bile; vicdanlarının mahkemesinden kurtulamazlar.
Mustafa Kemal’in, 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında dile getirdiği;
Arkadaşlar;
Sizler, doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntahap olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğimiz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur ve bunun için en büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın sesi, hakkın sesidir’ şeklindeki sözleri, bu gerçeğin uzun zaman öncesinden belirtilmiş olduğunun resmidir. Bunun başkaca bir izahı ve de mazereti olamaz.

* * *

O halde ne yapılmalı?
Öncelikle; Siyasi İrade, Türkiye Cumhuriyeti’ni dışarıdan yönetmekten vazgeçmeli. Vatandaşlarımızın güveni ve ülkenin imkanlarının böylesine heba edilmesinin bedeli ağır olur. Bunun tarihimizde örnekleri var. Hesap, er-geç, bir gün mutlaka sorulur!
Vatandaşlarımıza gelince; Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri esasları çerçevesinde, bir an evvel bir araya gelerek;
-Yakın gelecekte yapılacak Yerel Yönetim seçimlerinde, Siyasi İrade’nin adaylarının karşısına, üzerinde ortak mutabakat sağlanacak tek bir adayla çıkılmalı,
-Atatürk ve O’na ait değerler ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ilelebet korunmalı,
Atatürk Gençleri olmanın sorumluluğu budur. Bu sorumluluğu yerine getirmemenin mazereti olamaz.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com

28 Kasım 2008 Cuma

‘ATATÜRK PULU KALMADI’

Geçenlerde bir dernek toplantısında karşılaştığım bir abimiz, PTT’ye mektup atmaya gittiğinde, özellikle Atatürk Pulu istediğini ve olmadığını da öğrenince çok üzüldüğünü anlattı.
Olay ilgimi çekti. Bir gün, önünden geçmekte olduğum sırada bir PTT Merkezi’ne girdim ve Atatürk Pulu sordum. Cevap, ‘Kalmadı Efendim’ şeklindeydi. Ne zaman bittiğini ve yakınlarda gelir mi diye sorduğumda; ‘Uzun zamandır yok. Ne zaman gelir onu da bilemiyorum’ diye söyledi görevli memur.
Konu gittikçe daha da ilginçleşiyordu. Ne zaman bir PTT’nin önünden geçsem; üşenmiyor ve içeri girip, ‘Atatürk Pulu var mı?’ diye soruyorum. Aldığım cevaplar aşağı yukarı aynı, ‘Kalmadı Efendim’. Birkaç arkadaşıma rica ettim. Onlar da Atatürk Pulu sormaya başladılar. Gelen cevaplar, bana verilenlerle aynıydı.
PTT’nin bazı görevlilerinin, ‘Resmi Pul isterseniz var efendim’ diye cevap verdiğine şahit oldum. Arkadaşlarıma da böyle cevaplar verildiği olmuş. Ancak, takdir edersiniz ki; arkadaşınıza göndereceğiniz mektubunuza Resmi Pul yapıştıramazsınız.
Değerli Dostlar,
Sizlerden de rica edeyim. Herhangi bir PTT’nin önünden geçerken, içeriye girip, ‘Atatürk Pulu var mı?’ diye soruverin lütfen. Bakalım sizler ne cevap alacaksınız.
Bugüne kadar benim ve bazı dostlarımın yaptığı küçük çalışmalarla ciddi sayıda PTT’ye ulaşıldı. Cevapların hemen tamamı aynı. Umarım, sizlerin yapacağı araştırmalardan farklı cevaplar gelir de; yüreğimize biraz su serpilir. Ümidim yok ya…!
Sonuç hakkında birbirimizi bilgilendirebilirsek; isabetli olur. Hatta, araştırma sonuçlarını paylaşmak da oldukça yararlı olabilir.
* * *
Olay; AKP ve Zihniyeti kadrolaşmasının tipik bir uygulamasıdır. Bugüne kadar böyle bir gariplik duymamıştım. Ancak, vatandaşlarımızı yanıltan husus; zamanla hükümetin, muhalefetten bile daha Atatürkçü söylemlerde bulunmasıdır.
O halde bir bakalım neler oluyor?
AKP ve Zihniyeti hükümeti, konu Atatürkçü söylemler olduğunda; mangalda kül bırakmıyor ve esip, gürlüyor. Öte yandan, Atatürk ve O’na ait değerlerin, bir şekilde yok edilmesi, küçük düşürülmek istenmesi konusunda kılını kıpırdatmıyor. Hele, Atatürk İlke ve Devrimleri hakkında yalan yanlış bilgilerin yayılması, son olarak da ‘Mustafa’ gibi, gerçekle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir filmin yapılması hakkında hiç ses çıkarmıyor. Olanlar karşısında duyarsızlar ve en küçük bir tepki dahi vermiyorlar.
PTT Genel Müdürlüğü, bazı özel kurye ve mektup taşıyıcısı şirketleri saymazsak; posta konusunda tekel durumunda olan bir kamu kuruluşudur. Başında, mevcut siyasi iradenin atadığı bir Genel Müdür var. Bu muhterem, zamanla televizyon kanallarına çıkıp, hizmetlerini öve öve bitiremiyor.
İyi hoş da sayın Genel Müdür; adama, ‘PTT’lerde neden Atatürk Pulu bulunmuyor?’ diye sormazlar mı?. Buna ne söyleyeceksiniz? ‘Hadise münferittir. Gerçekte böyle bir husus yoktur’ diye geçiştirecek misiniz?
Böyle bir açıklama gelirse; siz de şunu bilin ki; bu palavraları yutmuyoruz!

* * *
Olup bitenlerin elbet bir açıklaması var.
Bugüne değin sıkça söylediğim gibi; Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları hakkında gençlere doğru bilgi aktarılmaması için önemli gayretler gösteriliyor. Tarihini bilmeyenler işin başına geçirilip, yalan yanlış bilgiler öylesine servis ediliyor ki; duyunca kulaklarınıza inanamıyorsunuz. Amaçları, gençlerimizde Atatürkçü Görüş oluşmasını önlemek ve Atatürk Milliyetçiliği’ni yok edebilmektir.
Görüldüğü kadarıyla; Emperyalist güçlerin Türkiye için fazla bir şey yapmasına gerek yok. Çünkü, bizdekiler yapılacak olanı yeterince ve de fazlasıyla yapıyor.
O kadar çok örnek verilebilir ki; hangisini sayayım. Hepiniz çevrenize baktığınızda onlarca, yüzlerce örneği görebilme imkanına sahipsiniz.
PTT’lerde Atatürk Pulu olmaması, onca örneğin sadece bir tanesidir.
Bu yazım birilerinin eline geçtiğinde, belki hemen PTT Merkez ve Şubelerine, hatta acentelerine kadar Atatürk Pulu dağıtma vb gibi gayretlere girişilecektir. Ama bu onların içindeki karartıyı beyazlatmaz. Olay unutulmaya başlayınca; yapacaklarını yine yaparlar.
Ancak, burada görev biz Atatürk Gençliği’ne düşüyor.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ne sıkıca sarılıp, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni sonsuza değin, inatla ve ısrarla korumayı göze almalıyız.
Bu konuda; Atatürkçü Düşünce rehberimizdir, ışığımızdır.
CENGİZ ÖNAL
http://www.cengizonal.blogspot.com/

27 Kasım 2008 Perşembe

SABİT ÜCRET İADESİ

Son günlerde Türk Telekom’un Sabit Ücret İadesi haberleri ayyuka çıktı. Özellikle sanal ortamda yayılan ve ban göre de aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı.
Türk Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş. İnternet haberlerine göre; hemen başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı olarak 820.-YTL’yi alıyorsunuz.
Yaklaşık yirmi gün kadar önceydi. Olay yeniden dikkatimi çekti. Gidip yerinde incelemek istedim. TÜKODER’in bir şubesine gittim. Büroda genç bir hanımla orta yaşlı bir bey vardı. Arkamdan birkaç kişi daha geldi.
Sıkıntımızı söyleyince; görevli genç hanım açıklamaya başladı. Açıklamada, son aya ilişkin sabit telefonunuzun faturasını veriyorsunuz, TÜKODER yetkilileri size bir form dolduruyorlar. Karşılığında da, eğer yanınızda varsa(bunu özellikle belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar.
Peki sonra ne yapıyorsunuz?
O kısmı da şöyle: Doldurulan belge ile bulunduğunuz ilçenin Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Buradan çıkacak sonucu(kararın genellikle lehinize çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyorlar) Türk Telekom’a bildireceklerini ve sizin de gidip söz konusu parayı alacağınızı söylüyorlar. Ancak, Türk Telekom’un bir üst mahkeme olan Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve buradan aleyhinize karar çıkması halinde de; Türk Telekom’a 140.-YTL civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da hatırlatıyorlar. Bütün söylenenler bu…
Görevlinin yaptığı açıklamanın ardından;
-Kazanılmış olduğu söylenen davaya karşılık, Türk Telekom’dan Sabit Ücret iadesi alan var mı?
-Geriye doğru neden on yıllık bir ücret ödeniyor? Örneğin Yirmi, yirmibeş yıllık aboneliği olanlar ne olacak?
-Ferdi başvuru mümkün değil mi? Neden resmi bir misyonu olmayan TÜKODER’e başvuruluyor?

gibi sorular sorduğumda; görevlilerin yüzleri biraz değişmeye başlıyor.
* * *
Kısaca şunu söylemeliyim;
İki yıl kadar önceydi. Ulus Gazetesi’nde olduğum yıllarda, bu konu bir ara yine gündemdeydi. İlgimi çekti ve görüşlerine başvurduğum yerlerden toparlayabildiğim bilgileri Gazete ilgililerine vererek gerekli başvuruyu yapmalarını önermiştim. Yaptılar. Arkasından kısa bir süre sonra Türk Telekom da cevabı yapıştırıverdi.
Beykoz’daki işçinin kazandığı söylenen dava işe yaramadı. Türk Telekom da bir üst mahkemede açtığı davadan bahsederek, alınan ücretlerin, sabit telefon hatlarının sürekli çalışır tutulabilmesi için yapılan masrafların karşılığı vb gibi bir sürü gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye de böyle bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı.
Sonuçta, Gazetenin avukatları da olayı biraz inceledikten sonra, bildiğim kadarıyla olayın takibinden vazgeçilmişti. Eğer devam edilseydi; Gazete adına kayıtlı bir sürü sabit telefon vardı. İadeten alınacak para da çok olabilirdi. Buna karşın olay takipsiz bırakıldı gibi hatırlıyorum.
* * *
Bu olaydan belki beş yıl kadar önce aynı tarzdaki haberler cep telefonları için yayılmıştı. Aynı firmaya ait üç adet telefon aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım, soruşturdum ve sonuçta Tüketici Mahkemeleri’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra da; olayın takibinden vazgeçtim.
Neden mi? Anlatayım; Elinizdeki Tüketici Hakları Hakem Heyeti kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne başvuruyorsunuz. Diyelim ki üç veya beş ay sonra davayı kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve karşı tarafın gayrimenkulünün bulunduğu bir yer tespit ederek ve oradaki İcra Müdürlüğü’ne başvuruyorsunuz. Karşı taraf itiraz ediyor, siz inatla ve haklı olarak ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor, sabırla yapılmasını bekliyorsunuz. Hesabın yanlış olduğu konusunda daha üst mahkemelere başvuruluyor, yeniden bilirkişi tayini isteniyor, arkasından başka bir duruşma vs vs.
Adaletin gerçekleşmesine sabrımın ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle vazgeçtim. Karşı tarafın imkanları, benimkine göre sınırsız sayılır. Ben, olayı avukat tutmadan götürmeye çalışmak isterken; karşı taraf avukatlar ordusunu seferber edecekti. Çünkü, bir davayı kaybetmesi halinde kasasından çıkacak para çok olacaktı. Bunun için de gerekeni yapacaktı.
* * *
Geçmişte yaşadığım bu tecrübeleri hatırlayarak; bugünlerde çok yaygın olan Türk Telekom hakkında çıkarılan haberlere önce itibar etmemiştim. Fakat, internette dolaşan ifadelerde öylesine keskinlik vardı ki; ben bile gidip araştırma ihtiyacı duydum. Yine aynı manzara çıktı karşıma. Bu sefer ki tek fark; ilk başvuruyu, isteğe bağlı belli bir ücretle, resmi olmasa bile TÜKODER’e yapıyor olmanızdı. Vatandaşlarımız, adı geçen Derneğin doldurduğu formun içeriğini bilmediği için; kendileri doğrudan Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne gitmiyorlar.
Hukukçu olanlar bu konuları daha iyi ifade eder ama, söz konusu formun kalıplarına sıkışıp kalmanın bir anlamı yok diye düşünüyorum. Başvuruda bulunmak isteyen herkes, usulüne uygun dilekçesini yazar ve gidip, Kaymakamlık’taki Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurusunu yapar.
Amacım, herhangi bir kurum, kuruluş ve kişi yada kişileri karalamak, zan altında bırakmak veya gereksiz yere savunmak da değil. Dilimin döndüğünce yaşadığım olayı anlatmaya çalıştım. Vatandaşlarımızın kafasının karışık olduğu bir konuya, geçmişte yaşadığım tecrübe itibariyle açıklık getirmek istedim.
Ancak, eğer tüketicinin böyle bir hakkı varsa; küçük bir yasal düzenlemeyle bunun ödenmesine çalışılır. Mesele o kadar basit. Neden bazı dernek ve kururluşlar kendisine paye çıkarıyorlar ki?
Kısa yazmaya kararlıydım ama en kısası bu kadar oldu. Kararı herkes kendisi vermelidir. Ancak, bir gerçek var ki; olay internette dolaştığı kadar basit ve de kolay değil… Ayrıca bugün başvuruda bulun, yarın veya öbür gün, hatta birkaç gün sonra git paranı al. Yok öyle bir şey. İnanmamanızı öneririm…
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com

21 Kasım 2008 Cuma

LAİK CUMHURİYET’İN
DEĞERLİ ÖĞRETMENLERİ’NE

Hayatımda bir çok değeri borçlu olduğum öğretmenlerimin ve dolaysıyla da; emeklisi, çalışanı bütün Öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum.
Gönül isterdi ki; yazıma öğretmenlerimizle ilgili oldukça güzel haberler ve gelişmelerden bahsederek başlayayım. Ama, böylesi bir şans asla elime geçmedi. Bu gidişle de; geçebileceğini pek sanmıyorum. Ülkenin, uzun yıllardan buyana, ehil olmayan kişiler tarafından yönetilmesi bunun tek ve temel nedenidir.
* * *
Sevgili Öğretmenlerimiz,
Bizleri yetiştirirken eminiz ki bir çok fedakarlıkta bulundunuz. Nice sıkıntılara göğüs gerdiniz. Onca yaşadıklarınıza karşın; bir gün de, ‘Açım, üşüdüm, hastayım vs’ demediniz. Sanki ağzınıza kilit vurdunuz. Zor şartlar altında, ‘Off!’ demeden, her öğrencinizin bütün sıkıntılarına eğildiniz.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ni, genç beyinlere anlatmak ve Onları Türkiye Cumhuriyeti için yetiştirebilmek en büyük ideallerinizdi. Ama, bugünkü sonuca baktığım zaman, bir bilseniz ki içimden neler söylemek geliyor.
Siz, bugünkü duruma düşürülmeye asla layık değilsiniz. Aslında yeriniz başımızın üzeridir. Ama, maalesef, Atatürkçü Düşünce karşıtları tarafından bu şartları yaşamak zorunda bırakılıyorsunuz. Bunları oluşturan, yani Atatürk ve O’na ait değerleri yok etmek ve dolaysıyla da Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortaçağ Karanlığı’na sürüklemek isteyen Gerici, Yobaz ve Dinciler(Dini her türlü menfaatleri için kullananlar) geçmişte vardı ve gelecekte de olacaktır. Bunların üstesinden gelmenin tek yolu Atatürk Aydınlanmasını ve Türk Devrimlerini Türk Ulusu’na anlatmaktır.
* * *
Milli Mücadele ve daha sonraki yıllara baktığımızda; Atatürk’ün, Öğretmenlere ne büyük değer verdiği açıktır. ‘Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir’ sözü bunu tespit eden örneklerden sadece birisidir. O, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yoğun ortamında bile ilgisini Öğretmenler üzerinden bir an eksik etmemiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Kütahya-Eskişehir civarında bütün şiddetiyle sürdüğü 1921 yılı Temmuz ayının ortalarında; Öğretmenler Kongresi’nin Ankara’da toplanması kararlaştırılmıştı. Savaşın bütün azametine karşılık Ankara’da da oldukça yoğun çalışmalar yapılmaktaydı.
Bu yoğun temponun içinde, bir gün, Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi
(TANRIÖVER) Bey ile Öğretmenler Derneği Başkanı Mazhar Müfit(KANSU) Bey, Meclis Başkanı Mustafa Kemal’i, Meclis’teki odasında ziyarete gelirler.
Hamdullah Suphi Bey,
(-Fazla vaktinizi almayacağız) diyerek, sözünü,
(-Mazhar Müfit Beyin başkanı olduğu Öğretmenler Derneği birkaç gün sonra Ankara’da toplanacak. İki yüzden fazla öğretmenin de bu toplantıya katılması bekleniyor. Fakat Fevzi Paşa’yı dinleyince tereddüte düştük. Savaşın yoğun olduğu bir sırada böyle geniş bir toplantı size ayak bağı olabilir. Uygun görürseniz erteleyelim) diye bitirerek, durumu kısaca arz eder.
Mustafa Kemal, (-Hayır, hayır ertelemeyin!) diyerek öneriye karşı çıkar ve (-Cahillikle, ilkellikle savaş, düşmanla savaştan daha az önemli değildir. Toplantıya katılacağım ve bir de konuşma yapacağım) şeklinde ifade eder görüşünü’.
Savaşın zaferle sonuçlanmasının ardından Cumhuriyet’in ilanı gerçekleşir. Bu süreçte, Atatürk düşüncelerini arkadaşlarıyla, bilim ve edebiyat adamlarıyla her fırsatta konuşur ve tartışır. Çünkü, Türk Ulusu için eğitimin ne denli önemli olduğu ortadadır. Asırlardır cahil bırakılmış insanımız, bu karanlığın içinden sadece eğitilerek çıkartılabilir.
* * *
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Atatürk Öğretmenlerin görev ve sorumluluklarını bulduğu her fırsatta dile getirir. Öylesine ki; Cumhuriyet’i sonsuzluğa taşıyacak Türk Gençliği’ni yetiştirme sorumluluğunun öğretmenlerde olduğunu belirtirken:
Öğretmenler! Cumhuriyet’in özverili Öğretmen ve Eğiticileri’ni sizler yetiştireceksiniz. Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve özverinizin derecesi ile uyumlu bulunacaktır. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki; Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller ister’ der.
Ne acıdır ki; Atatürk’ün aramızdan ayrılışının ardından kısa bir süre sonra, ülkeyi yöneten siyasi iradenin ilk olumsuz faaliyetlerini maalesef eğitim üzerinde görürüz. Köy Enstitüleri’nin kapatılması bunun açık bir kanıtıdır.
Çağdaş Eğitim’in hiçbir gereğine yeterince ilgi gösterilmezken; bıraksanız medrese eğitimini yeniden uygulamaya koyabilecek siyasi hırs, maalesef Atatürk Aydınlanması ve Türk Devrimleri konusunda arzulanan mesafeyi kat edememiş olan Türk Ulusu’nun bir kesiminden destek de görür.
* * *
Laik Cumhuriyet’in Değerli Öğretmenleri, Sizin, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na olan inanç ve bağlılığınızdan asla şüphemiz yoktur. Ancak, Devlet’te hızla dinci kadrolaşma yapılıyor, bir kısım branşlardaki öğretmenlerimiz atama beklerken, sözleşmeli öğretmen uygulamasıyla, mevcut siyasi zihniyete uygun gençlerin eğitim ordusuna yerleştirilmesi sağlanıyor olsa da; Siz, Laik Cumhuriyet’in Öğretmenleri yılmadan ve Atatürkçü Düşünce karşıtlarına aldırmadan, kararlı bir şekilde Türk Gençliği’ni yetiştirmeye devam etmelisiniz.
Atatürk’ün;
Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin zaferleriniz için yalnızca ortam hazırlar. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız ve sürdüreceksiniz. Kesinlikle de başarılı olacaksınız. Öğretmen, ödülünü yıllar sonra alır’ ifadesi sizin için rehber olmalıdır.
Cumhuriyet’in emanet edildiği Türk Gençliği, Sizi, asla unutmayacaktır!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

9 Kasım 2008 Pazar

ATA’M
NASIL SÖYLESEM BİLMEM Kİ?

Aramızdan ayrıldığından buyan tam 70 koca yıl geçti. Bu süreyi boşa geçirdik sayılır. Yarattığın bütün değerler, kurulmasına öncülük ettiğin Cumhuriyetin temel kuruluşları bu dönemde bertaraf edildi. Hemen her şeyimiz bu sürede yok oldu.
Her sene Sizi saygıyla andık anmasına ama, bir yandan da düşüncelerinize sahip çıkamadık. Öğretilerinizin önemini kavrayamadık. Onları bizden sonra gelenlere aktarmada başarısız olduk. Tıpkı, bizlere emanet ettiğiniz nice değerleri yeterince koruyamadığımız gibi.
Vefatınızın ardından, Vatanımıza göz dikenler, bizi içten çökertmek için ellerinden geleni yapmaktan çekinmediler. Öncelikle, içeriden bulabildikleri hainler ve işbirlikçilerin desteğini de sağladılar. Yani ağacın içinde oluşturdukları kurtçukların, ağacı içten kemirmesini hedeflediler. Bu gün için de bu gayretlerin sürdürüldüğü görülmektedir.
Siz ve Düşünceleriniz, dolaysıyla da Atatürk Milliyetçiliği, Türk Ulusu’nun egemenliğine dayalı Laik, Demokratik, Çağdaş, Sosyal ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyen hain ve işbirlikçilerin önündeki ve de korktukları yegane güçsünüz.
Ulu Önder ATATÜRK!
Hiç şüpheniz olmasın ki; Laik Cumhuriyet’in bütün nimetlerinden yararlanmak istedik. Ancak, karşımıza çıkarılanlar ona gereği gibi sahip çıkmamıza izin vermedi. Genç beyinleri, bir yığın gereksiz bilgilerle doldurup, Gençliğin ilgi alanlarını başka yönlere çektiler. Gerçekleri öğrenmemizi bir şekilde engellediler.
Sizin döneminizde de var olan gericiler, yobazlar, dinciler, kısacası karşı devrimcilerin bugünkü nesli, maalesef yine dedeleri gibi iş başındalar. Türk Ulusu’nun saf ve temiz duygularını kullanarak, kendilerini din kisvesi altında kamufle etmeyi başarıyorlar.
Tıpkı Milli Mücadele yıllarında, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve savaş sonrası dönemlerde olduğu gibi; bugün için de emperyalist ülkelerin desteğini arkalarına aldılar.
İslam Dini’ni pervasızca ve utanmadan, sıkılmadan, Allah korkusundan yoksun bir şekilde kullanarak Sizi Deccal bile ilan etme cüretini gösterdiler. Gizliden gizliye ve sinsice Size ait bütün değerleri yok etmeye çalıştılar. Bu iğrenç gayretlerine halen devam ediyorlar. Yasalarda, çoğunlukla onların lehine düzenlemeler yapıldığı için, elden pek fazla bir şey de gelmiyor.
Amaçlarına ulaşmak için, din kisvesi altında denemedikleri yöntem kalmadı. Ellerine geçen gücü, her alanda ustaca kullandılar. Devletin bütün organlarına fütursuzca yerleştiler. Konu Atatürk İlke ve Devrimleri olduğunda; bir yerlerden korkularına, her türlü şaklabanlığı yapıp, çeşitli takiyyeler sergilediler. Ama, çekildikleri siperlerinde boş durmadılar. Sindikleri kovuklarından asla geri gitmediler. Sadece bir süre için görünmez oldular.
Ata’m!
Cumhuriyet’in ilanının ardından, bin bir güçlüklerle kurduğunuz kuruluşlar, yani Laik Cumhuriyet’in Kazanımları birer ikişer, emperyalist sermayeye satıldı. Şeriat sermayesi, İstanbul ve turistik yerler başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözbebeği mekanlarda cirit atmaya başladı.
Ülke’nin itibarını asla düşünmediler. ABD’nin talimatları, AB’nin de tavsiyesini almadan bir iş yapmadıkları bir yana kımıldamadılar bile. Meclis’ten alınan ve Irak’ın Kuzeyi’ndeki bölücü terör örgütüne sınır ötesi operasyon yapılmasıyla ilgili Tezkere’nin ardından; ABD’ye danışmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne gerekli yetkiyi vermediler. Veremediler!
Türk Ulusu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, dünyada var olan itibarını iki paralık ettiler. Cumhuriyet’in Dışişleri Bakanı, Avrupa’nın üç paralık ülkesinin havaalanında saatlerce vize için bekletildi. Buna hiç ses çıkarılmadı. Yabancıların emrine girmeyi maharet sayıp, Anadolu topraklarının ite, uğursuza peşkeş çekilmesine göz yumdular. Ülkenin dört bir yanında yabancı ülke ve şirket bayrakları Türk Bayraklarıyla birlikte sallanıyor.
İş, konuşmaya geldiğinde; mangalda kül bırakmıyorlar. Ancak, eğitimde medrese, hukukta ise mecelle özlemiyle yanıp tutuştukları, Vatandaş yerine Teba, Ulus yerine de Ümmet olma istekleri, her ne kadar inkar etmeye çalışsalar da; her hallerinden belli oluyor. Demokrasi söylemleri falan hepsi boş ve yalan vaatler. Hepsi Biat kültürü özlemi içinde. Bunu gizleme ihtiyacı bile duymuyorlar artık.
Milli üretim sözünü ağızlarına almıyorlar. Üretim adına Ülkenin herhangi bir köşesine çivi çakıldığını duyan ve/veya gören varsa söylesin. Ne mümkün?
Varsa yoksa ithalat. Piyasayı ucuz, kalitesiz ve sağlıksız Çin mallarıyla doldurdular. Dünyanın en borçlu ülkeleri arasında ilk sıralardayız. Çocuklarımızdan vazgeçtik, torunlarımız ve onlarının çocuklarının bile gelecekleri ipotek altına alındı. Üretim olmayınca istihdamdan da bahsetmek mümkün olmuyor tabii. İşsiz sayısı on beş milyona dayandı. Üniversitelerin mezun ettiği gençlerin büyük çoğunluğu sokakta. Satılan kuruluşlardan salıverilen çalışanlar da gençlerin arasında dolaşıyor. Senenin her ayı kahvehaneler hınca hınç dolu.
Anadolu insanı perişanlıktan ne yapacağını bilemez vaziyette. Çiftçi ve köylü tarlasını işleyebilmekten ve neticede üretim yapmaktan çok uzak. Esnafın durumu onlardan da beter. Çalışanlar, maaşlarıyla ayın ilk on gününü bile çıkaramıyorlar. Emekli vatandaşlar, ekonomik krizin etkisi altında boğulmak üzere.
Hak aramak imkansız hale geldi. Adalet mekanizması tıkanmış vaziyette. Mahkemeler yıllarca sürüyor. Bu, insanımızı canından bezdiriyor. Hak aramanın suç sayıldığı karanlık günler yaşanıyor. Ağzını açanı apar topar götürüp, aylarca mahkemeye bile çıkarmadan içeri tıkıyorlar. Ulusumuz, devletine olan güvenini yitirdi bile.
Bursa Nutku ile Gençliğe Hitabe ne denli çok söylense bile yeterli olmuyor. Onuncu Yıl Marşı gece gündüz dillerimizden düşmüyor. Ama, görüyoruz ki; kuru kuruya marş söylemek yeterli değil. Hırslarımıza yenilmemiz neticesinde; zorunlu hale gelen birlik ve beraberliği sağlayamıyoruz. Onun için de yeniden dirilemiyoruz.
Aziz ATATÜRK!
Biliyorum ki; bütün yaşadıklarımızı biliyor ve görüyorsunuz. En azından ruhunuzun bizimle birlikte olduğunun farkındayım. Ama, bunları Size olanca samimiyetimle anlatmak istedim. Bu, kuru kuruya bir yakınmadan ziyade; bir iç döküş, bir dert yanmadır. Sizinle böyle konuştukça geçici bile olsa, rahatladığımı, huzur bulduğumu hissediyorum.
Aydınlarımızın yazdıkları yeterince okunmadı, konuştukları dinlenmedi. İnsanlar, bunlara kafa yorma zahmetine katlanamadılar. Kolaycılığa kaçıp, başkalarının söyledikleri sanal sözlere inandılar. Dedikoduların peşinde koşturdular. Bu, onlara daha çekici geldi. Çünkü anlamak için emek ve beyin gücü harcamaları gerekmedi.
Söylemesi zor ama; Türk Ulusu’nun, muasır medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi için ateşlediğiniz meşale, maalesef Sizin yaktığınızla kaldı.
Devrimler, Çağdaşlaşma, Aydınlanma ve Milli Kalkınma hiç kimsenin umurunda bile değil.
Kültürel yozlaşmışlık, toplumun bir kısım bireylerini sele düşmüş ağaç dalları gibi sürükleyip götürmeye başladı. Ulusal Televizyon kanallarındaki, kimin eli kimin neresinde olduğu belli olmayan, toplumun temel ahlaki değer ölçüleriyle uyumsuz ve kültür namına hiçbir değeri olmayan vıcık vıcık diziler, ülke gerçeklerinden çok daha fazla rağbet görmeye başladı.
Size ait gerçekler yalan dolanla anlatılarak, Türk Ulusu’nun gönlündeki yeriniz zedelenmeye ve gözündeki değeriniz de düşürülmeye çalışılıyor. Son günlere yapılan ‘Mustafa’ filmi de buna çok isabetli bir örnektir. Fazla söze ne gerek!
Sevgili Ata’m!
Bunları Size anlattığım için beni hoş görmenizi isterim. Çünkü, böylesi yakınmalarda bulunmak yerine, bütün saymaya çalıştığım olumsuzlukları engellemek bize verdiğin ödevlerin başında geliyor. Henüz, görevimizi tam anlamıyla yapamamış olmamızın sıkıntılarıyla bunları dile getirmeye çalıştım. Sizden bu gerçekleri saklayamazdım. Zaten Anıtkabir’de manevi huzurunuza çıktığımızda; yüzümüzden her şeyi okuyor, hislerimizi de anlıyorsunuz. Gizlemenin ne anlamı var ki?
Bütün olup/bitenlere ve yaşadıklarımıza karşın; bu yıl da Sizi sevgi, minnet, özlem ve saygıyla anıyoruz. Bundan sonraki yıllarda da anmaya devam edeceğiz.
Türk Ulusu olarak; sayenizde nice güçlüklerin ve sıkıntıların üstesinden geldik. Elbet bunları da aşacağız. Arkamızdan gelen gençliğin içinde oldukça umut verenlerin bulunduğu görülebiliyor. Onlarla da gereken temas sağlamaya çalışacağız. Tarihin gerçeklerini öğrenmelerine yardımcı olacağız.
Bütün ümitlerimiz Gençlikte!
Anlatmaya çalıştıklarım Sizi endişede bırakmasın. Mücadelemiz, son Atatürkçü toprağa düşünceye kadar sürdürülecektir. Bundan emin olabilirsiniz.
Ruhunuz şad olsun Ata’m! Huzur içinde uyuyun!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

8 Kasım 2008 Cumartesi

BÜLENT ECEVİT
ANISINA


Türk Siyasi Hayatı’nın duayeni ve eski Başbakanlardan Bülent ECEVİT aramızdan ayrılalı iki yıl oldu.
Zaman ne kadar da çabuk geçti. İki yıl önce büyük bir kalabalığın oluşturduğu kortej, Ankara’nın ayazında saatlerce yürümüş ve Ecevit’i Devlet Mezarlığında defnetmişti. O günlerde de duygularımı kaleme almış ve oldukça hüzünlü ifadelerin yer aldığı bir yazı yazmıştım.
Benim yaşımda olanlar, her ne kadar 1965’li yıllarda Bülent Ecevit adını duymuş olsalar bile; 1974 yılındaki seçimler, Onu daha yakından tanıma fırsatını verdi bizlere.
Meydanlardaki ateşli söylemleri, sergilediği dürüst siyasetçi tavrı, cana yakınlığı, insana pozitif enerji vermesi, açık sözlülüğü, kararlılığı ve daha bir çok özelliği, biz o dönemin gençlerini adeta siyasete ısındırmaya sebep oldu. Bunda Ecevit’in büyük katkısı vardır.
Seçimlerin ardından hükümeti kurması ve kısa bir süre sonra da Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapması, Ecevit’i Türk Ulusu’nun gözünde siyasi bir idol konumuna getirdi.
Siyaset ve demokrasi hayatımızda kendisini hemen fark ettiren erdemleri, Ecevit’i ender devlet adamlarımızdan birisi olarak nitelendirmemizi sağladı.
Bugünlere baktığımızda; Onun ortaya koyduğu siyasi tavır ve karakterinin ne denli büyük olduğu daha net olarak anlaşılıyor.
Her ne kadar hayatının son yıllarında meydana gelen ve diğer siyasi partilerin de büyük payı olan bir kısım siyasi çekişmeler, Türk Ulusu’nun görmek istemediği manzaraların doğmasına ve siyasetçiye olan güvenin sarsılmasına yol açmış olsa bile; Ecevit’in aramızdan ayrılışı ile son 40-50 yılın önemli devlet adamlarından birisi yitirilmiştir.
Siyaset ve demokrasi hayatımızda önemli bir yer edinen Bülent Ecevit, siyasette ahlak ve dürüstlüğün önderi olmuştur. İlkelerinden asla ödün vermeksizin demokrasi mücadelesinde başarıların altına imzasını atmıştır.
Küçük hesaplar peşinden koşarak, siyasi rant sağlama amacını gütmemiş ve gazeteciliğinin de verdiği destekle, siyasi faaliyetlerinde olabildiğince açık ve şeffaf olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarları söz konusu olduğunda; ödün vermeyen bir siyaset izlemiş, özellikle de dış güçlerin önünde takındığı kararlı tavrı sayesinde Ulusumuzun onurunu zedeleyebilecek hareketlerden şiddetle kaçınmıştır.
Asla basit hesaplar yapmamış, tam aksine Türk Ulusu’nun menfaatlerini sürekli olarak ön planda tutmaya çalışmıştır.
Yarım asırlık siyasi hayatında, gerçek bir Türk Aydını kişiliğiyle; çiftçisinden sanayicisine, işçisinden işverenine, öğrencisinden profesörüne, ustasından sanatçısına, memurundan emeklisine ve gencinden yaşlısına kadar her kesimi kucaklayabilme başarısını göstermiştir.
Anlatmaya çalıştığım yönleri itibariyle, dönemin gençliğinin siyaseti sevmesini sağlamış, dolaysıyla da kitlelerin siyasete sıcak yaklaşmasına neden olmuştur.
Hayatının bildiğimiz yanlarıyla, bütün ömrü boyunca İnsanlık ve Barış için yaşamış, bunun için de sürekli gayretler göstermiştir.
Siyasete saygınlık getirmiş, konuşma adabında ve siyasi davranışında asla terbiyesini bozmamış, siyasi hırsı ve menfaati uğruna incitici olmamış, ancak, gerçekleri söylemekten ve onları ortaya çıkarmak için aykırı davrananların üzerine gitmekten de geri durmamıştır.
Elbette bizlerin bilmediği, belki de asla öğrenme şansı olamayacağı ve kendisinin de memnun kalmadığı yanları olabilir. Ama, eğer varsa bile bu yönlerini siyasi hayatına ve davranışlarına yansıtmamıştır. Kendini, Türk Ulusu’nun hizmetine adamış ve bugün yaşananların aksine, siyasi gücünü kullanarak, servet edinme hevesi peşinde koşmamıştır.
Türk Ulusu’na ayrı bir sevgi ve saygı benimsemiş, bulduğu her fırsatta halkın arasına karışarak, onlarla sohbette bulunmaya, sorunlarını yakından ve de kendilerinden dinlemeye gayret etmiştir.
Cenazesine gösterilen yoğun ilgi, Türk Ulusu’nun ona bağlılığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Siyasette de hep bu saygıyı görmüş ve bu saygı ile de aramızdan ayrılmıştır.
Tarihi gerçekleri yalan dolanla anlatmanın böylesine prim yaptığı günümüzde, belki Bülent Ecevit hakkında da abuk subuk sözler söyleyenler vardır. Böylelerine henüz rastlamadım ama, şöyle bir etrafımıza baksak, bu insancıkları belki de hemen yakınımızda görebileceğiz. Kim bilir?
Böyle de olsa; Ecevit, Siyaset ve Demokrasi yaşantımızda kendini kanıtlamış ve Cumhuriyeti tarihimizin altın sayfalarında hak ettiği yeri de almıştır.
Bülent Ecevit, Cumhuriyet Tarihimiz’de, bir siyaset adamında bulunması gereken, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanç ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlılığı, insancıllığı, çağdaşlığı, barışçıllığı, uzlaştırıcılığı, birleştiriciliği, adalet anlayışı, tarafsızlığı, dürüstlüğü, vatanseverliği ve daha birçok erdemi taşıyan bir devlet adamıydı.
Onu, bir kez daha saygıyla anıyor ve Ruhu şad olsun diyorum.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonal.tarakcioglu.blogspot.com

3 Kasım 2008 Pazartesi

ATATÜRK VE DİN

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki; Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır’.
Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa’ filmi Türk Ulusu’nun izlemesine sunulalı henüz bir hafta kadar oldu. Film vizyona girmeden önce bir kısım dostlarla yaptığımız sohbetlerde de dile getirdiğim gibi; bu yapım, emperyalistlerin ve işbirlikçi hainlerin ortaya koyduğu bir tezgahtır. Diğer bir ifadeyle, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Türk Ulusu’nun gözünde küçültme gayretinden başka bir şey değildir. Psikolojik bir sindirme, yıpratma hareketidir.
Film hakkında, ilk günden beri yapılmakta olan eleştirileri büyük bir dikkat ve titizlikle izleyip, okudum. Yazılanların büyük çoğunluğunun altına ben de; hiç tereddüt etmeden, imzamı koyarım. Ancak, bazı sapkın zihniyetler var ki; onları burada dile getirmeye gerek bile yok. Onların, dinci kılıflar içinde, kimlere hizmet ettikleri belli.
Atatürk’ü Türk Ulusu’nun gözünde küçültme gayretlerinin, karşı devrimciler tarafından tezgahlandığı, dışarıdan büyük cesaret ve güç sağladıkları gibi, içerdeki işbirlikçi ve hainlerden de destek gördükleri apaçık ortadadır. Bunu, bir kısım televizyon kanallarında yapılan yorumlar ile bazı haber programlarında, kendisine sanatçı süsü vermiş, aslında sanatçı bozuntuları olan bir kısım zavallıların konuşmalarını bir kez daha kanıtlıyor.
Karşı Devrimcilerin yapmak istedikleri, Atatürk’ü İslam Dini karşıtı, din düşmanı gibi göstermektir. Böylelikle de; Atatürk Milliyetçiliği’nin önü kesilmek istenmektedir. Halbuki; gerçek bunun tam aksidir. Onun için, ben de bu yazımı Atatürk ve Din başlığı adıyla kaleme aldım.
Atatürk ve Din konusu insanlarımızın öteden beri kafalarını meşgul eden önemli bir husustur. Vatandaşlarımız, bu konuyla ilgili olarak hiç kimselere rahatça içini açıp da konuşamamanın sıkıntısını yaşamışlar, halen de yaşıyorlar. Bir kısım çevrelerce uydurulup, bilgi ve belge iddiasıyla ortaya atılan saçma sapan fikirler de, kafaları iyiden iyiye karıştırıyor.
Yapılacak olan açık ve basittir: Atatürk İlke ve Devrimleri’ni yeterince anlayabilmek ve neticesinde de Atatürk ve Düşüncesi’ni benimseyebilmek, bugün için daha çok önem arz etmektedir.
Atatürk’ün; ‘Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir’ özdeyişi, bu itibarla çok önemlidir.
Bu, zannedildiği gibi zor değildir. Bütün dünya milletlerince, milenyumun Lideri olarak seçilen Atatürk’ün; Türk Ulusu tarafından halen yeterince anlaşılamıyor olmasının nedenlerini, biraz da kendimizde aramalıyız. Halbuki; bu konuda uzmanlarınca yazılmış öylesine çok eser var ki. Kolaylıkla temin edilip, okunabilir.
Konumuzun esası, Atatürk’ü anlamanın yanı sıra; dinci kesimin oyunlarını boşa çıkarabilmek için Atatürk ve Din konusunu da anlatabilmektir.
Atatürk ve Din denildiğinde, ilk akla gelen ya da gelmesi gereken; Atatürk’ün İslam Dini karşıtı olmadığıdır. Bilakis, O, hiçbir zaman İslam Dini’ne ve inanca karşı olmamıştır. Olması da düşünülemez. Din hakkındaki;
Türk milleti dindar olmalıdır yani, bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Din şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor’ ifadesi her şeyi açıkça anlatmıyor mu?
Ayrıca; İlk Meclis çalışmaları esnasında, Cuma günleri, hep birlikte önce Hacıbayram Camisi(Ulus-ANKARA)’ne Cuma namazına gidilir, sonra Meclis’e gelinirdi. Tarihte buna ilişkin açık kayıtlar mevcuttur. Yine ilk Meclis’te, Anadolu’nun dört bir yanından milletvekili seçilip, Ankara’ya gelmiş olan Din Adamları vardır. İlk akla gelenler:
Amasya müftüleri; Hacı Tevfik Efendi ve Abdurrahman Kamil Efendi, Denizli Müftüsü; Ahmet Hulusi Efendi, Ankara Müftüsü; Mehmet Rifat Efendi,
gibi daha bir çok değerli şahsiyet buna iyi bir örnektir. Bununla birlikte; onca yoğun çalışmanın içinde; O’nun, Elmalılı Hamdi Yazır’dan, Kur’an’ın, Türkçe Meali’ni hazırlamasını istemesi ve bunu yaptırması hepimizce bilinen bir başka gerçektir. Örnekler daha da çoğaltılabilir.
Atatürk’ün karşı olduğu;
-Dini siyasal forma sokmak ve politik düşünce haline getirmek isteyenler,
-Din üzerinden herhangi bir şekilde rant sağlama sevdasına düşen aciz kişilikli insancıklar,
-Dini, tarikat adıyla karanlık ve izbe bir dünya içine hapsetmeye çalışanlar,
-Yani kısacası, dini her türlü menfaati için kullanmaya çalışan gericiler, yobazlar, dinciler ve din baronlarıdır
.
Atatürk, Türk Ulusu’nun dini inanışlarına her zaman saygılı olmuştur. Dinin, Ulusumuz için ulvi bir duygu olduğu gerçeğini asla göz ardı etmemiştir. O, halkını seven insanın, onun inanışlarına da saygılı olması gerektiğine inanan büyük bir liderdir. Dolaysıyla da; İslam Dini’ni, Kur’an gerçeklerinden ayırıp, gelenek dini şekline sokmaya çalışan ve din üzerinden rant sağlama derdine düşen dincilerin, gericilerin, yobazların ve din baronlarının ısrarla karşısında olmuştur.
O’nun;
Yalnız başıma kalsam da gericileri yine cezalandırırım. Dini siyaset aracı yapmayınız’ şeklinde dile getirdiği sözleri, malum kesime duyduğu tepkinin ölçüsü bakımından oldukça anlamlıdır.
Atatürk, bütün bunlara karşın; Din’in, asla devletin temel esası, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Din Devleti olamayacağını bilecek kadar da çağdaş ve ileri görüşlü bir Lider’dir. Bu düşüncesini; Laiklik ilkesiyle teminat altına almıştır. Yani, Din ayrıdır, Devlet işleri ayrıdır. Laikliğin temelini oluşturan da budur.
Cumhuriyet’in kurulduğu günden buyana, Mustafa Kemal Atatürk’ü İslam Dini’ne karşıymış ve Müslüman Türk İnsanı’nın ibadetini engellemek istemiş gibi göstermek isteyenler ve Türkiye Cumhuriyeti’ni şeriat devletine dönüştürmek amacıyla her türlü çirkin oyunu sergilemekten kaçınmayanlar bilmeliler ki; biz Atatürk Gençliği var olduğumuz sürece, bu dinci, yobaz ve gerici tayfasının hain emellerine ulaşmaları asla mümkün olamayacaktır!
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com