9 Kasım 2009 Pazartesi

ÖZLEMLE,SAYGIYLA
VE MİNNETLE ANIYORUZ

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, bundan 71 sene önce aramızdan ayrıldı. Gazi’nin, hiç beklenmeyen zamanda gelen vefatı, Türk Ulusu’nu derin acılarla yüz yüze bıraktı. Dolmabahçe’den yayılan kara haber, bizimle birlikte bütün dünyayı da yasa boğdu.
Türk Ulusu, sanki can evinden vurulmuştu. Tutunduğu güç, beklemediği bir anda elinden kayıvermişti. O’nunla birlikte takati gitmiş, çaresi de tükenmişti… Yaşama sarıldığı bağ kopmuş, sanki ümitleri de yok olmuştu…
Atatürk’ün, ilk etapta Dolmabahçe’nin büyük tören salonunda katafalka konulan tabutu, günlerce ziyaretçi akınına uğradı. Göz yaşları sel oldu aktı. Dünyanın dost, düşman bütün ülkelerinden gelen temsilciler de Gazi Mustafa Kemal’e duyduğu saygıyı ve minneti gösterdi.
Generallerin omzunda saraydan çıkarılan Gazi’nin tabutu önce Gülhane Parkı’na, sonra bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. İzmit’e Yavuz zırhlısıyla getirilen cenaze, buradan trenle Ankara uğurlandı. Ankara’da, TBMM önünde yapılan törenin ardından bugünkü Etnografya Müzesi’nde hazırlanmış olan geçici kabrine konulan tabut, burada on beş yıl kadar kaldı. Gazi Mustafa Kemal’in naaşı, nihai olarak da; 10 Kasım 1953 tarihinde Anıtkabir’e nakledilerek, Türkiye’nin her ilinden getirilen topraklarla ebedi istirahatgahında yerleştirildi…
Her yıl 10 Kasım’da Gazi’yi bir o kadar daha özlemle anıyoruz. Üzüntümüz her sene yenileniyor. Atamız’ın aramızdan ayrılışını sanki yeniden yaşıyoruz…
Dünya, büyük bir liderini yitirdi. O’nun hakkında, düşmanlarının bile saygıyla söylediği sözler tarihin onurlu sayfasındaki yerini aldı.
Tarihinde çok acılar yaşamış olan Türk Ulusu, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün aramızdan ayrılışının acısını, o günden buyana her yıl yeniden yaşamaktadır.
Şimdi sizleri o günlere götürmek istiyorum. Gazi’nin ölümünün hemen ardından, 11 Kasım 1938 günü, O’nun gazetesi kabul edilen Ulus Gazetesi’nin başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın yazdığı baş yazıyı gelin birlikte okuyalım:


KURTARICINI
VE
EN BÜYÜK EVLADINI
KAYBETTİN
Türk Milleti sen sağ ol!

Bırakınız, son kanlı damlasına kadar, göz yaşlarınızı O’nun yasında tüketiniz. Atatürk’ün ölümünü görmüş olanlar, bir daha kime ağlayacaksınız?
Aylardan beri, on yedi milyon O’nun baş ucunda, bu faciayı geciktirmek için çırpındı, durdu. Bir tanrı veya kahraman mı, bir baba, dost veya kardeş mi? Onunla ne kaybediyorduk?
Hayır…! Onsuz nemiz kalacaktı?
Boş sözü bırakalım!
Atatürk ölmüştür, hakikat bu!
Müthiş olan bu!
On yedi milyon bir günde, bir babadan öksüz kaldı.
En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk Tarihi’nin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk, en büyük Türk Kahramanı’nı, ordu en büyük Türk Başbuğu’nu, tarih en büyük Türk’ü ve asrımız en büyük insanını kaybetti. Acının derinliğini, sıcak ruh yaramız soğumaya ve uyuşan beynimiz yeniden işlemeye başladığı zaman anlayacağız.
Benden sonra… Benden sonra… Senelerden beri, hepimiz, böyle bir kara günün ıstırabını, bu iki kelime ile gönlümüzden uzaklaştırıyorduk. Düşünmekten korkuyorduk.
İşte Onsuz kaldık…
Onsuz… Fakat O’na bin kere verdiğimiz bir tek namus sözüyle kaldık. Eserini ve davasını korumak ve yükseltmek!
Bizler için hayatın bir manası varsa; bu yemini yerine getirmek için yaşamaktır.
Bugün O’na ağlayıp, yanmak için bir tek kalbiz. Yarın O’nun eserini ve davasını müdafaa etmek için bir tek irade gibi kaynaşacağız.
Atatürk, şimdiye kadar bilmeyenler, bu milletin seni ne kadar sevdiğini, senden sonra, ismin ve eserin üzerine titrerken anlayacaklar!
Aklımızın ve kalbimizin vazifelerini ayıralım.
Ey bütün ağlaşanlar!
Göz yaşlarınızı birbirine kattığınız gibi, ellerinizi birbirine uzatınız.
Atatürk’e, yaşarken verdiğiniz sözü unutmayınız!
Falih Rıfkı ATAY
Ulus Gazetesi
11 Kasım 1938

***

Atatürk Türkiyesi’nin bugünkü hali içler acısı… Sadece, illerin tamamında ve bir kısım büyük ilçelerde yabancı ülke ve şirket bayraklarının sallanıyor olmasını söylemek bile sanırım yeterli…
O, ‘En Büyük Eserim’ dediği Laik Cumhuriyete karşı, karanlık güçler tarafından yapılan bütün saldırıları bertaraf etmişti. Ancak, malum zihniyetin bugün halen aynı misyonlarını sürdürüyor olmaları gerçekten çok acı…
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifeni sakın Unutma!
Emaneti canından aziz bil ve gereği gibi davran. Rehberin Atatürk İlke ve Devrimleridir. Bir gün tarihe hesap vereceğini bir an bile aklından çıkarma…!
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

5 Kasım 2009 Perşembe

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(3)

ANADOLU
Bir buçuk seneden beri Anadolu’yu yer yer harekete geçiren ve ufak veya büyük bu hareketleri bir araya toplayarak, bundan koca bir inkılap eseri meydana koymak üzere bulunan fikir, önceleri sadece bir his ve heyecandan ibaret, belirsiz, genel, bulanık, soyut bir şey olduğu halde; bugün şöylece etrafımızı tetkik ettiğimiz zaman görüyoruz ki, başlı başına açık, kati ve somut bir kavram olmuştur.
Bu fikri ifade etmek için en kısa tabir, yalnız bir esastan ibaret olmuştur: ANADOLU! Eğer bunu bir düstur ile de ifade etmek lazım gelirse; diyebiliriz ki, bir buçuk sene evvel doğup, o zamandan beri sadece yaşamakla kalmayarak, bilakis günden güne büyümüş olan bu fikir, ‘ANADOLU Anadolulularındır’ dan ibaret olmuştur. Yeni bir Monroe, belki de Amerikalılarınki kadar kapsamlı ve heybetli değil, fakat o derecede kuvvetli ve hayat sahibidir…
ANADOLU artık başlı başına uzun manaları ihtiva eden bir kavram olmuştur. Düne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut memleketlerini gösteren haritalar üzerinde, bu mevcut memleketlerin bir kısmı üzerinde gözlere çarpan ve daima bir sıfatla beraber kullanılan bir isimden ibaretti: ‘Anadolu-yu Şahane=Padişaha ait Anadolu’. Halbuki bugün ANADOLU, böyle bir coğrafya kelimesi olmaktan çıkmış, başlı başına bir fikir ifade etmeye başlamıştır.
ANADOLU denildiği zaman, bugün zihinlerde ayrı ayrı manalara işaret ettiği halde, aynı zamanda hem bir iktisadi varlık, hem bir milli varlık ve hem de bir siyasi varlık ifade ediyor.
ANADOLU, Küçük Asya’nın yarım adasıdır. Bu yarımada üzerinde yaşayan insanlar arasında bir iktisadi birlik vardır. Yine bu insanlar arasında pek büyük bir kitle teşkil eden Türkler, milli birliklerinin sahibi ve bilincindedirler. Bundan sonra ANADOLU başlı başına siyasi bir mana da ifade eder ki, o da şu coğrafi, iktisadi ve milli manalarının pek tabii ve zaruri neticesinden ibarettir. ANADOLU, aynı zamanda siyasi bir varlık da teşkil eder. Öyle bir siyasi varlık ki, harice karşı bağımsız, dahile karşı serbest…!
ANADOLU, üzerinde yaşayan ve çalışan halk kitlelerinin bütün haklarını ve bütün vazifelerini, kısacası bu halk kitlelerine ait olan bütün müşterek menfaatlerin, yalnız onlar tarafından ve yalnız onlar hesabına idrakini istemekten ibaret bir düstur olmuştur. Bu düstur bir hakikatin, bir mevcudiyetin ifadesinden başka bir şey değildir.
ANADOLU, düne kadar yalnız bir coğrafi ifadeden ibaretti. Öyle bir coğrafi ifade ki, buna, sahibi İstanbul’dan ibaret bir çiftliğin ismi demek caiz olabilirdi. ANADOLU toprakları üzerinde yaşayan, o toprakların harici ihtiraslara karşı müdafaasını kanıyla üstlenen milyonlarca insanın hiçbir hakkı yoktu. ANADOLU, İstanbul’a tabi ve esir, İstanbul ise haricin esiri… İki katlı bir esaret altında bütün ANADOLU sakinleri asırlarca ezilmeye mahkum kalmıştı. İstanbul’un bir emri, Macar Ovaları’nda at koşturan vezirlerin haşmet ve debdebesi için yüz binlerce ANADOLU Türkü’nün kanlarını akıtmalarına yetiyordu. İstanbul’un bir sözü, bütün ANADOLU Halkı’nın mukadderatı üzerinde en karanlık hükümlerin, derhal hükmünü icra etmesine kafi geliyordu. Halbuki ANADOLU, artık hayatı ve hayatını böyle anlamıyor!
ANADOLU, şimdiye kadar vermiş vermiş, İstanbul’un boynuna taktığı esaret zinciri altında sürüklene sürüklene bugüne kadar gelmişti. İstanbul, hariçten gördüğü baskılara karşı kendisini kurtarmak istediği müddetçe, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun parçasını birer birer ötekine berikine dağıtmaktan başka bir şey yapmış değildi. İki asırdan beri verdi verdi ve nihayet verecek bir şeyi kalmadığı için, bu defa da ANADOLU’yu fedaya karar verdi. İstanbul, İstanbul’da rahatına bakmak, gününü hoş geçirmek için nihayet ANADOLU’yu da feda edince, artık bu defa ANADOLU, eski kör itaat ve teslimiyetten çıkmaya lüzum gördü ve ‘Ne İstanbul, Ne de Ötekiler!’ diyerek, kimseye karşı esaretle bağlı olmadığını göstermek üzere, bütün hayatı müddetince bu defa da kendisi için silahına sarıldı. Bu ayaklanma artık ANADOLU kelimesinin ifade ettiği manayı değiştiriyor, tarihin hadiseler enkazı altında gizlenmiş duran hakiki ANADOLU fikrini meydana çıkarıyordu.
Evvela coğrafi bir ifade, sonra iktisadi bir ifade ve nihayet de milli bir ifade olan ANADOLU, ne İstanbul’un ne de Avrupa’nındır. ANADOLU, kendisinin, yalnız üzerinde yaşayan insanlarındır. Yani, ANADOLU Anadolulularındır. ANADOLU’nun olmayan her yer de başkalarının, yani o topraklar üzerinde böyle coğrafi, iktisadi ve milli bir varlıkla var olanlarındır.
ANADOLU, şu son on sene zarfında pek çok felaketlere uğradı, pek çok musibetler gördüyse, bunlar faydasız kalmış değildir. ANADOLU, hiç olmazsa bu suretle varlığının manasını öğrenmiş, onu tamamen anlamış oldu. Bu öğreniş ve anlayış faydalarla doludur.
ANADOLU, bu defa, yani ilk defa olarak, bir fikir için mücadele ediyor. Evvelce İstanbul için, vezirler ve vekiller için, padişahlar için kan dökerdi. Bu defa yalnız kendisi için, kendi hayatını kurtarmak üzere uğraşıyor. Bunda başarılı olacağı da şüphesizdir. Çünkü bu defa ANADOLU’nun düşmanlarıyla mücadele eden kuvvet, bir takım Osmanlı paşalarının ve padişahların idare ettiği orduların kuvveti değil, halkın ruhundan doğan ve halk kitleleriyle ifade edilen bir fikirdir!
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi
5 Kasım 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

30 Ekim 2009 Cuma

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(2)

EN BÜYÜK DÜŞMAN

En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta dünya çapında bir (….) hudi saltanatı halinde bütün dünyaya hakim olan ‘Kapitalizm’ afeti ve onun çocuğu olan ‘Emperyalizm’ dir. Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat bizde de tamamen idrak ediliyor.
Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman aleminin parçasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur! Nitekim bundan evvel üzerimize ordular salmış olan düşmanlar, yine böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka bir şey değildi. Moskof orduları, İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları, kısacası bütün düşmanlarımız tamamen kapitalizm tarafından ayaklandırılırlardı.
Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya bir takım despot hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu istibdatları yıktılar. Fakat bu defa da; onun yerine paranın, sermayenin zulmü geçti.
Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegane etkeni, yegane mesulü idi. Bugün de odur! Eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı; bu zulüm yarın da devam edecekti. Çok şükür, zulüm devrinin son günlerindeyiz.
Kapitalizm, sadece falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır. Milletleri birbirine düşüren kuvvet o… Kardeş kanları döktüren fesatlar ondan çıkıyor. Dünyayı kaplayan sefaletin müsebbibi ve özetle bütün insanlığı inleten zulmün yegane zalimi odur. Yani Kapitalizm’dir…
Bu zulümde başarılı olabilmek için arada-sırada müracaat ettiği muharebeler, yegane kuvvetleri, yegane silahları değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarındandır… Ve bütün milletleri bu silahla mağlup eder.
Memleketimize bakınız, Rejiler, Düyun-u Umumiye’ler, Kapitülasyonlar, Şimendiferler, Limanlar, Gemiler, Bankalar, Ticaret Evleri ve bütün bu müesseseler, Avrupa Kapitalizmi’nin bizi mahvetmek için, senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır.
Sade bizim memleketimizde değil, yeryüzünde bu makine devam ettikçe; sadece biz değil, bütün dünya zulüm altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insanlar felaketten felakete yuvarlanacaktır.
Bize, bugün, sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm, memlekette bugünkü şekliyle kaldığı taktirde; mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez.
Zenginlerimizi dolandıran o, fukaramızı soyan o, mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu mahveden, bizdeki faziletleri tıpkı bir şeytan gibi iknaya çalışan ve bizi birbirimize düşüren hep odur.
Şu halde, kendimizi kurtarmak için evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun Kapitalizm afetinden kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz menfaatdar değiliz. Kapitalizm sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar ve insanlık düşmanıdır. Hatta İngiltere’de, hatta Fransa’da ve Amerika’da da böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifade edenlere nispetle, bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları, yüzbinlerce kere ziyadedir. Buna göre, kapitalizmin düşmanı yalnız biz değiliz. Bütün dünya onun düşmanıdır. O halde; bütün dünya bizimle beraber demektir.
Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler, bütün açıklık ve katiyetle görüyorlar ki; artık bu hakikat bütün dünyada anlaşılmıştır.
Kapitalizm, halihazırda Lehistan’da ve Anadolu’da son kurşunu atmakla meşguldür. Bundan sonra kullanacak silahı kalmıyor. İş, bu kuvvetleri yenmektedir.
Türkler, bu hakikati anlayınız! Anlamayanlar varsa; onlara da anlayanlar öğretsinler.
Bolşevikler Lehleri kati surette mağlup ederlerken; bizim vazifemiz de Yunanistan’ı, Anadolu’dan süratle, şiddetle ve derhal kovmaktır!
Ondan sonrası ise; Ebedi Kurtuluş’tur!
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi
20 Temmuz 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

29 Ekim 2009 Perşembe

Değerli Dostlar,

Milli Mücadele ve Cumhuriyet tarihimiz, acı tatlı bir yığın anılar içermektedir. Cumhuriyetimiz’in 86. yaşını henüz kutladığımız bugünlerde size, okuduğunuzda içinizi burkabilecek ve gözlerinizin dolmasına yol açabilecek bir anekdot sunmayı düşündüm. Gazi Kovan’ın Hikayesi
Belki birçoğumuz bu hikayeyi daha önce okumuştur. Hiç duymamış olanlarımız da vardır elbet… Bu durumda, bir kez daha yayınlamanın yararlı olabileceğini düşünerek göndermekteyim…
Umuyorum ki; yakın tarihimiz içinde yer alan bu tür hikayeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl kurulduğu ve Cumhuriyet’in hangi şartlardan geçilerek ilan edildiği konusundaki bilgilerimize, bir nebze de olsa, katkıda bulunabilsin…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bölünmez Bütünlüğü’ne, Üniter Yapısı’na ve Ulusal Birliği’ne kast eden emperyalizmin maşaları olan hain ve işbirlikçilerin, gemi iyice azıya aldıkları açık ve seçik ortada.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün İlke ve Devrimleri’ni izleyerek, Laik Cumhuriyete ve dolaysıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahip çıkabilmemizin olmazsa olmazı; Birlik ve Beraberliğimizi korumaktır. Bunun için de yakın geçmişteki tarihimizi bilmemiz kaçınılmazdır.
Gazi Kovan’ın hikayesi, gerek Milli Mücadele ve gerekse de Cumhuriyet Tarihimiz içindeki ve ders alınabilecek sayısız hikayelerden sadece birisidir.
………………….
Ulusal Kurtuluş Savaşı için İstanbul’daki Tophane-i Amire Fabrikası’nda çalışan ustalardan bir kısmı ile bazı tezgah ve teçhizat, o dönemin zor şartları altında, Ankara’daki İmalat-ı Harbiye (Bugünkü Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun ilk hali…) Top ve Mühimmat Tesisi’ne getirilmiştir.
Savaş şartları içinde Ordunun ihtiyaç duyduğu teçhizatın önemli bir kısmı bu Tesis tarafından üretilmiştir. Gazi Kovan da; üretilen bu teçhizattan birisidir.
Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde, cephe hattına tam sekiz kez gidip-gelen ve her defasında da dolumu İmalat-ı Harbiye’de yapılan Gazi Kovan, yaptığım araştırmalar neticesinde, bugün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT Paşa’nın kişisel gayretleriyle hediye edildiği MKE Genel Müdürlüğü’nde bulunmakta ve Kurumun Genel Müdürlük katında sergilenmektedir.

***
GAZİ KOVAN’IN
HİKAYESİ

Mart 1921 - İnönü Ovası
İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı. Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı.
Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir armonisi, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi.
Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü’ yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.
Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının 'Kalem' dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. ‘Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339 İnönü’.
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. ‘Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!’ Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı. Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı.
Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan ‘Allah kavuştursun’ diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp ‘Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi’ dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.

Eylül 1922 – Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz’ yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; ‘Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli’.
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu.

İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın gümüş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.

Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923 - Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara
Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclis’ten, Cumhuriyetin İlan Edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. ‘Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım’. Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. ‘Evet teğmenim? Sizi dinliyorum’. Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. ‘Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim’. Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş ‘Yüzüncüyü attık komutanım’ diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankılanıp, dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. ‘Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim’ dedi.
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.
1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da ‘Gazikovan’ soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. ‘Kovan’ sözcüğü insanlarda ‘Kovalayan’ anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.
Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

28 Ekim 2009 Çarşamba

LAİK CUMHURİYETİMİZ
86 YAŞINDA

Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine
düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin
imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait,
çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Önceki yazılarımda değinmiştim, Cumhuriyet Yönetim Biçimi halkın iradesini esas alır. Halk, kendisini yönetme yetkisini verdiği kişileri, özgür iradesiyle ve demokratik yasaların öngördüğü şekilde seçer. Bizde de böyledir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünürken; Halkın, kendi kendisini yönetmesinde tek söz sahibi olmasını ilke edinmiştir.
Dikkat edildiğinde hemen fark edilecek ki; dünyada Cumhuriyet’le yönetilen bir çok ülke vardır. İlk akla gelen iki örnek çarpıcıdır: İran, bir İslam Cumhuriyetidir. ABD ise Federal bir Cumhuriyettir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti bu iki örnek ülkeden ve daha bir çok Cumhuriyetle yönetilen ülkeden farklıdır. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş bir Cumhuriyet’tir.
Bizi farklı kılan, Laik Cumhuriyetimizin bu üstün özellikleridir. Burada, Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü bir kez daha saygıyla anıyor ve bize, dünyanın, Cumhuriyetle yönetilen bütün ülkelerinden farklı bir Cumhuriyet Yönetimi bahşettiği için minnettarlığımı sunuyorum.

***

Cumhuriyet’in ilanı, bir kısım hain ve işbirlikçilerin söylediği gibi, pek kolay olmamıştır. Uzun yıllar saltanat baskısında yaşayan ve devlet katında asla itibar göremeden hayatını sürdüren Türk Ulusu, Mustafa Kemal’in etrafında kenetlenmiş ve O’nun önderliğinde gerçekleştirdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandırmıştır. Savaşın acımasız şartları bir yandan sürerken; Mustafa Kemal bir yandan da geleceği planlamakta ve Türk Ulusu için muhteşem bir yönetim biçimi hazırlamaktaydı.
Her ne kadar, 23 Nisan 1920’de Meclis açılmış ve Milli Egemenlik hakim kılınmışsa da; yaşanılan olağanüstü şartlar göz önünde bulundurulduğunda, halkın, hakkında yeterince bilinç sahibi olamadığı yeni bir yönetim biçiminden, yani Cumhuriyet’ten bahsetmek, hele hele Cumhuriyet İlanı’nı açıklamak, ulusal birliğin devamı açısından yararlı görülmüyordu. Savaş bütün hızıyla sürmekteydi. Bu durumda Türk Ulusu’nun dikkatini Cumhuriyet gibi önemli bir noktaya yoğunlaştırmanın zorluğu, hatta imkansızlığı görülüyordu.

***

Meclis açılmış ve kanunlar çıkarılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal bulduğu her uygun fırsatta da arkadaşlarına Cumhuriyet fikrini yavaş yavaş açmaya başlamıştı. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra artık Cumhuriyet’in İlanı zamanı da geldiğine inanılmaktaydı.
Nihayet, 28 Ekim 1923 akşamı, Mustafa Kemal arkadaşlarıyla tartışmaya başladı ve ‘En Büyük Eserimdir’ dediği Cumhuriyet’in ilan edileceğini onlara açıkladı. O akşam İsmet Paşa ile oturup gerekli yasanın hazırlığı yapıldı. Yasa tasarısında öne çıkan en önemli hususlar; ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ ve ‘Türkiye Devleti’nin yönetim şekli Cumhuriyet’tir’ gibi ifadelerdi.
Konu, ilk önce parti grubunda kabul edildi. Arkasından Meclis toplandı ve yasa tasarısı görüşülüp, kabul edilmesinden sonra, bütün milletvekillerinin, ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ nidaları neticesinde, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edildi ve mevcut devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Mustafa Kemal de; oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak seçildi.

***

Geriye dönüp baktığımızda; Laik Cumhuriyetimiz’in bugüne değin bir çok sıkıntıları yaşadığı ve özellikle Laik düşünce karşıtı dinci, yobaz, çağdışı, gerici vb zihniyetin çeşitli isyanlar çıkarttığı, bulduğu her fırsatta Laik Cumhuriyet’i ve dolaysıyla da Atatürk İlke ve Devrimleri’ni hedef aldığı maalesef üzüntüyle görülebilmektedir. Bugün bile Sevr özentisiyle onu yeniden diriltmek arzusunda olan mevcuttur.
Emperyalist güçlerin maşalığını yapan hain ve işbirlikçi zihniyetin bu teşebbüsleri, içinde bulunduğumuz dönemde, ABD ve AB’nin desteğiyle daha da hız kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni önce bölüp, parçalamak ve sonra da ebediyen yok edebilmek için her türlü yol ve yöntem denenmektedir.
Gaflet içindeki bir kısım hain zihniyetin, dolambaçlı yollardan giderek, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğine zarar verecek hareketlere destek sağladığı görüntüsü vererek, teslim olmak amacıyla gelen bölücü teröristlerin, adeta şov yaparcasına karşılandığı acı bir gerçektir.
Türk Ulusu’nu bölünmeye, parçalanmaya ve sonra da yok olmaya götürebilecek bu tür teşebbüslerin, ABD tarafından da açıkça desteklendiği, bölücü teröristlerden bir grubun, ‘Sözde Barış Elçisi’ sıfatıyla geldikleri ve sorgulamanın ardından da serbest bırakılmalarından sonra yaptıkları, ‘Gelişmelerden memnuniyet duyulmaktadır’ şeklindeki açıklamalarla da açıkça tescillenmiştir.

***

Laik Cumhuriyetimiz, 29 Ekim 2009 tarihinde 86. yaşını tamamlamaktadır.
Özellikle son 70 yılı çok zor geçmiş olmasına karşın; Atatürk Gençliği olarak, ömrümüzün sonuna kadar O’nu yaşatacağımızdan ve koruyacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bir çok badireler atlatıldı, yine de atlatabiliriz… Bu, hiçbir şeyi değiştirmez!
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, ‘Gençler! Cumhuriyet’i Biz kurduk, O’nu yaşatacak ve yüceltecek sizlersiniz’ ve ‘Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir’ şeklindeki sözleri şiarımız ve rehberimiz olacaktır.
Türk Ulusu’nun Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

23 Ekim 2009 Cuma

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(1)

Büyük Devrimci Önder Mustafa Kemal’in, Ulusal Mücadele döneminde çıkarttığı gazetelerin İRADE-İ MİLLİYE ve HAKİMİYET-İ MİLLİYE olduğunu önceden yazmıştım. Bu gazetelerden İrade-i Milliye’nin ömrü fazla uzun olamamış ve Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinden bir müddet sonra kapanmıştır.
Heyet-i Temsiliye Ankara’ya ulaştıktan sonra ilk ele alınan işlerin başında öncelikle bir gazete çıkarılması gelmektedir.
Oldukça yoğun temas ve uğraşıların ardından, adı HAKİMİYET-İ MİLLİYE konulan gazete 10 Ocak 1920 tarihinde ve oldukça kısıtlı imkanlarla Ankara’da yayın hayatına başlar.
İlk sayının birinci sayfasını tamamen dolduran Baş Yazı’nın, Mustafa Kemal tarafından Behiç Bey’e not ettirilerek yazıldığı bilinmektedir. Ancak yazının altına Yazı İşleri Heyeti imzası atılmıştır…
Bundan sonraki Baş Yazılar’ın çoğunluğunun Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı ve Gazete’deki diğer yazıların hemen tamamının da O’nun denetiminden geçtiği bir gerçektir.
Günümüz şartlarıyla neredeyse birebir örtüşüyor olması münasebetiyle, anılan bu yazıların bugün de yayınlanmasının yararlı olabileceğini düşündüm.
HAKİMİYET-İ MİLLİYE’ başlığıyla ilkini aşağıda bulabileceğiniz yazıyı ve bundan sonrakileri incelediğinizde görülecektir ki; o yıllarda Anadolu’nun, bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin önce bölünüp, parçalanmak ve sonra da yok edilmek istenmesi amaçlı oyunların tamamen uyum içinde olduğu, birebir örtüştüğü, aktörlerin de aynı emperyalist ve karanlık odaklara dayandığıdır.
Türk Ulusu’nu bu konuyla da ilgili bilgi sahibi yapabilmek adına kaynağından derleyip, özüne dokunmaksızın bazı harf, kelime ve de kısa ifadelerde yaptığım küçük düzeltmelerden sonra yayına hazırladığım yazılar, dayatılan şartların durumuna göre sizlere sunulacaktır.
Yazıların kaynağı; ‘Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi(Hakimiyet-i Milliye Yazıları), Kaynak Yayınları’ olup, hepsinin altında, yazının Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayınlandığı tarih yer alacaktır. Bazılarının altında imza da bulunabilecektir.
Ulusal Mücadele döneminin bir kısmını, çoğunlukla Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmış ifadelerle yansıtan yazıları, bugün sizlere sunuyor olmaktan dolayı mutlu olduğumu belirtmek istiyorum.

***

HAKİMİYET-İ MİLLİYE

Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek olan Gazetemiz’e bu ismi tesadüfi olarak vermedik. Gazetemiz’in ismi aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir. Şu halde diyebiliriz ki; Hakimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin hakimiyetini müdafaa olacaktır.
Cihan’ın her tarafında en ileri ve en yüksek demokrasilere yönelik inkılaplar vücuda getirildiği, milletlerin, medeni ilerlemelerin dayandığı manevi hakimiyetlerden bile şikayetçi bulunduğu, servetler ve geçim hususunda bile eşitliğe doğru önüne geçilmez cereyanlar peyda olduğu bir zamanda, bilhassa meşrutiyeti getiren inkılaptan on iki sene sonra tekrar Milli Hakimiyet için mücadeleye ihtiyaç görünmesi biraz garip anlaşılabilir. Böyle düşünecek zevata şimdiden kısaca cevap verelim ki, Milli Hakimiyet hiçbir zaman meşrutiyet demek değildir. Meşrutiyet, ancak onun vasıtası olabilir.
Her millet, inkılabını, hakimiyetini geri almak için yaptığı gibi, bizde de inkılabın hedefi Milli Hakimiyet idi. Meşrutiyetin ilanını takip eden ilk birkaç sene içinde bu hedefe az çok yaklaşıldığı halde bir taraftan irtica korkusunun tazyike başladığı hürriyetler, diğer taraftan milletin mukadderatına rekabetsiz el koymak garip ihtirasının bulandırdığı karışık dimağlarla birleşerek, geri dönüş hareketlerine sebep oldu. Ve millet hissetmeyerek, göz açıp kapayıncaya kadar, elinde tuttuğunu zannettiği hakimiyeti başından geçen velveledar fırtınalara kaptırmış bulundu. Bir gün geldi ki, hürriyetten bahsedilip dururken, hiç kimse istediği gibi hareketine, en meşru işlerinde dahi kendinde mezuniyet göremez oldu. Ve Milli Hakimiyet namına geçmiş zamanların belirsiz bir hatırasından başka bir şeye sahip olmadığını hissetti.
Buna tahammül edilemezdi. Çünkü o hakimiyeti ele geçirinceye kadar ne fedakarlıklar yapılmış, ne kurbanlar verilmiş, otuz üç senelik bir zulüm saltanatının ne kara günleri, ne acıları, ne felaketleri, ne gözyaşları çekilmişti. Fakat daima sınırın bir köşesinden, sinsi ve hain, bir tecavüz fırsatı bekleyen düşman gözler, hiçbir gün parlamaktan geri kalmadı. Ve milletin hakimiyetini yine ona dayanarak gasp edenler, daima ufkun iki yuvarlak ateşle parlayan noktasını göstererek, tehditkar bir genişlik ile taşmak eğilimini gösteren sabır ve tahammülü teskin ettiler. Başarılı oldular. Çünkü bu millet hayat ve mevcudiyeti namına her fedakarlığı tereddütsüz kabulden hiçbir gün çekinmemişti. ‘Vatan Endişesi’ karşısında onun unutmadığı kin ve intikam, terk ve feda etmediği emel ve menfaat, göze almadığı vaka ve tehlike yoktur. Mevcudiyetini koyduğu bir muharebede kendisine zafer vaat edenlerin, hakimiyetine tecavüz etmelerini hoş gördü. Fakat zafer yerine hezimet gelince, bu millet dünyanın hiçbir milletinde bulunmayan büyük ve metin bir alicenaplık ile hakimiyete sahip olduğunu gösterdi, başında bulunanları kırdı, devirdi.
Mütarekeyi müteakip bekleniyordu ki, Milli Hakimiyet artık onu iptal hırsında olan pençelerden kurtarıldığı için, millete kaybın telafisi yolunda yüksek ve tesirli bir etken olacak ve onun geleceğe dair şartlarını temin hususunda her şeyden ziyade kuvvetli olan milli mevcudiyeti meydana çıkaracak ve ispat edecek, hezimetin dağıttığı muhtelif milli kuvvetleri birleştirerek ve uzlaştırarak hedefe sevk eyleyecek… Evet, böyle zannolunuyordu. Meğer bu memleketin hakimiyetinin harabesi üzerinde kirli ve çamurlu yuvalar kurmak isteyen baykuşlar daha eksilmemiş… Meğer maziye karıştığını zannettiğimiz mezalim devrinin dönüşü rüyasıyla yaşayanlar, gelecekteki saraylarının altın temellerini bu zavallı milletin kafatası üzerinde kurmak isteyen Hülagü torunları daha varmış… Mütarekenin hemen sonrasında iğrenç bir manevra ile iktidar mevkiine öyle hükümetler çıktı ve ilk darbe ile yıktıkları Milli Hakimiyet’in tesirlerinin aksinden korkarak öyle hıyanetler işlediler ki, memleketi düşmanların taksim masasına kolları bağlı sürüklemek, milleti tarih mezbahasına gözleri kapalı sevk etmek için düşman kuvvetlerine dayanarak öyle fenalıklar vücuda getirdiler ki, millet bu defa bütün kuvvet ve büyüklüğü ile mevcudiyetini ve hakimiyetini fiilen göstermek mecburiyetinde kaldı. İşte Kuvay-ı Milliye, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı, bu mecburiyetten doğmuştur ve bu ahval ve hadiselerin tabii neticesidir. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi de bu hadiselerden doğuyor.
Bundan sonra Milli Hakimiyet ihlal edilemez. Buna şüphe yok. Millet bu en sonuncu tecrübesinden o kadar büyük bir uyanış ile çıktı ki, artık hakimiyet onun dimağından on iki sene evvelki Temmuz hatırasından daha çok derin, daha pek çok nüfuz etmiş bir iz teşkil ediyor. Dimağ melekeleri bu iz üzerinde durmadıkça işleyemez. Fakat memleketimizde Milli Hakimiyet’in düşmanları o kadar alçak ve o kadar aşağı bir mahiyettedir ki, düşman himayelerine sığınarak, yabancı kuvvetlerinden yardım umarak, milletin haklı sesini ve hakimiyetini boğmak teşebbüsünden kolay kolay vazgeçeceklerini zannetmiyoruz. Vaktiyle büyük inkılaplar sırasında, saraylarını düşman askerlerine muhafaza ettiren, milletlerine düşmanlarının süngülerini davet eyleyen hükümdarlar bile görülmüştü. Fakat unutulmamalıdır ki, bu hükümdarlar siyaset meydanlarında can verdiler ve daha fenası bütün insanlığın hafızasında lanetlenerek yaşıyorlar! Hükümdarları affetmeyen Milli Hakimiyet’in birkaç türediyi ne dereceye kadar hazmedebileceği meydandadır. İşte gazetemiz milletin hakimiyetine musallat olmak isteyecek şahıslara karşı mücahede ve mücadele için yayımlanıyor.
Hakimiyet-i Milliye’nin mücahedelerine daha çok zaman ihtiyaç görüyoruz. Meşrutiyetin, Meclislerin, oralarda herhangi birkaç manevra ile çoğunluk kazanacak fırkaların, siyasi zümrelerin arkasında Anadolu’nun saf, uzak görüşlü, mütevekkil ve alicenap, fakat daima azim ve iradesine sahip vicdanını kendisine rehber edinerek Hakimiyet-i Milliye yaşayacaktır.
Hakimiyet-i Milliye üç büyük dayanak tanır: Zeka, irfan, hamiyet… Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz. Milletin hakimiyeti ne sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne kinlere, menfaatlere, ikbal ve geleceklere yönelik geçici heveslerin oyuncağı olamaz. Millet yaşamaya, hür ve bağımsız yaşamaya, yaşadıkça da mesut ve olgun bir ilerleme unsuru olmaya muhtaçtır. Hakimiyetini bunun için kullanacaktır. Gazetemiz’in de gayesi milletin bu ihtiyacıdır.
Yazı İşleri Heyeti
10 Ocak 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

19 Ekim 2009 Pazartesi

DEMOKRATİK AÇILIM
Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun,
istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık
karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık sayılamaz

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir-kaç gün önce sizlere gönderdiğim AÇILIMLAR SAÇMALIĞI başlıklı yazımda, uzun sayılabilecek bir süreden beri gündemde tutulan AÇILIM konusunu ele almış ve Ermeni Açılımı’nı da ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Şimdi ise, hükümetin üzerinde kıvrandığı ve bir türlü de içini dolduramadığı Demokratik Açılım konusuna sıra geldi.

***
Özellikle son gelişmeler baş döndürücü bir hızla seyrediyor.
Önceleri Kürt Açılımı dediler, sonra gelen tepkiler üzerine, güya biraz yumuşatarak Demokratik Açılım diye söylemeye çalıştılar. Ancak, bu açılımın ne olduğunu hiç kimse anlamadı. Çünkü anlatamadılar. Fikri ortaya atan hükümet de; Açılım’ı yeterince açamadı, içini gerektiği şekilde dolduramadı. Görüldüğü gibi kıvranıp duruyorlar…
Türk Ulusu neler olup/bittiği konusunda şaşkına döndü dersek yeridir. Bizler de; Açılımların içini bir türlü doldurup, Türk Ulusu’na gerçekleri sunamadık. Çünkü hükümet kapalı kutu. Amacını bölüşmedi ki, üzerinde bir şeyler söyleyebilelim. Neler düşünüyorlarsa gidip Amerika ile görüşüyorlar. Bize gelince ketumlar…
Olup/bitenler yeterince anlaşılamamışken; sanki üzerine tuz-biber ekiyormuş gibi, bir de RTE 19 bakanıyla birlikte Irak’a gitmez mi…?
Sokaktaki vatandaşımız, bunları görünce olayın neler olabileceğini, Dil’in altındaki baklanın ne olduğunu nihayet anlamaya başladı.

***
Görünen o ki; Amerika’nın öteden beri istediği Ortadoğu haritasının yeniden şekillenmesinde acele ediliyor. BOP kapsamında planlananların uygulanmasında, Atatürk Türkiyesi’nin Hükümeti de, kendisine verilen görevin gereğini behemahal yapmaya soyunmuş görünüyor.
Efendiler…! Gözünüzü açın!
Yaptıklarınızın Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmazlarını, kırmızı çizgilerini zorladığını, hatta ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu görmüyor musunuz?
Yıllardır Irak’ın kuzeyinde Amerika tarafından beslenen bölücü terörün ekmeğine yağ sürmekte olduğunuzun farkında değil misiniz?
Barzani denen sefil, nankör ve insanlıktan yoksun yaratık, Irak’ın kuzeyi için, ‘Kürdistan’ın Güney Bölgesidir’ diyor, siz de buna, ‘Sen ne diyorsun arkadaş? Orası güney olursa; kuzeyi benim topraklarımda kalıyor. Bu ne biçim saçmalıktır. Bunun kabul edilebilir bir yanı olamaz…’ diyeceğinize, kalkıp adamın ülkesine resmi ziyarette bulunuyor ve bu yetmemiş gibi; birde Irak’lı bakanlarla birlikte ‘Ortak Bakanlar Kurulu’ toplantısı düzenliyorsunuz…
Eh! Pes doğrusu…!
Sonuçta beyazlarla karalar ayrışmaya başladı.
Hükümetin Açılım adı altında Amerika’nın talimatlarını uyguladığı, AB’nin de bir kısım arzularını yerine getirmeye çalıştığı açıkça görülüyor...
Büyük tabloya bakıldığında ve parçalar yerlerine doğru şekilde yerleştirildiğinde; uygulanmaya çalışılan saçmalıkların Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olduğu ortaya çıkıyor. Zaten, istenen de bu değil mi…?

***
Gerçekten şaşılacak olaylara tanıklık ediyoruz.
Atatürk Türkiye’sinin Başbakanı, Amerika’nın dayatmasıyla, bir yanda, doğuda Ermenistan’la iki sınır kapısının açılması başta olmak üzere, muhtemel ki daha bir yığın tavizin verildiği bir protokol imzalıyor.
Diğer yanda da; 30 bini aşkın vatandaşımızın şehit olmasından ve binlerce ailenin ocağına ateş düşmesinden sorumlu olan bölücü terörün işine yarayabilecek girişimlerde bulunuyor. Adına da Demokratik Açılım deniyor…
Bunların ve daha bir çok faaliyetin neden yapıldığına baktığımızda:
1-Özellikle Amerika’ya karşı bedel ödenip, AB’ye şirin görünmeye çalışılması ve dolaysıyla da Laik Cumhuriyet’in önünde tek engel olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, AB üzerinden baskı yapılması,
2-Dışarıdan alınan talimatların gereği olarak, Cumhuriyet’in ilanından bu yana asla vazgeçilmeyen Karşı Devrimci faaliyetlerin sürdürülmesi,
3-Hayal edilen Devlet yapısına doğru adım adım gidilmesinin yollarının açılması,
4-Vatandaşımızın, ekonomik kriz altında ezilmesi, işsizlik, açlık, yetersiz sağlık hizmetleri, eğitim çıkmazı vb gibi daha bir yığın sorunlarının gündeme gelmesinin engellenmesi,
5-Olası bir Erken Seçim’de, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde, Kürt vatandaşlarımızın ağırlıkla yaşadığı bir kısım illerden bir miktar daha oy çıkarılabilmesi,
gibi hususlar ilk göze çarpanlardır.
Bunun adına Teslimiyetçilik denilmez de ne denir?
Ben başka bir isim bulamıyorum. Bulan olursa söylesin ki, ben de öğreneyim…
Ülke’yi açıkça bölünmeye götürebilecek, kasıtlı ve bilinçli yapıldığı açıkça sırıtan acı uygulamaların tanığı oluyoruz.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı ve NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE demekten bir an bile sakınmayan vatandaşlarımıza soruyorum;
Sizce de öyle değil mi?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

16 Ekim 2009 Cuma

AÇILIMLAR SAÇMALIĞI

Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Kürt Açılımı, Demokratik Açılım derken; bir de Ermeni Açılımı çıktı karşımıza. Yoksa bunların hepsi bir paket de, gündeme taksit taksit mi taşıyorlar…?
Orasını bilemem. Ama bir şeylerin tezgahlandığı ortada. Planlamanın da yurtdışında yapıldığına inanıyorum.
Obama Ankara’ya geldi ve Amerika’da her yıl Nisan ayındaki gerginliği gerekçe göstererek, üstü örtülü bir vaziyette ifadelerle, komşularla olan sorunların bir an evvel çözüme kavuşturulması vs gibi laflarla söyleyeceğini söyledi ve gitti.
Bizdeki bir kısım şaşkınlar da arkasından methiyeler döktürdü. Yalakalıkta sınır tanımaz ifadeleri gazetelerin baş sayfalarına ve hemen her akşam televizyon ekranlarına taşıyıverdiler…

***
ERMENİSTAN AÇILIMI
Ermenistan ile Protokol imzalandı.
Yakında, sınırın karayolu çıkışı olan Alican Kapısı ile Demiryolu çıkışı Akyaka Kapısı açılır.
Protokolle daha nasıl tavizler verildi henüz bilemiyoruz. Zaman ilerledikçe gelişmeleri birlikte göreceğiz.
Uluslararası ilişkilerde Karşılıklılık(Mütekabiliyet) esastır. Protokolün imzalanmasıyla verilen tavizlerin ileride başımıza iş açacağından endişe duyuluyor.
Adamların neleri talep edeceğini kestirmek pek zor değil. Çünkü, Doğu Anadolu Bölgemizin büyük kısmını kendi toprakları olarak görüyorlar. Buraları bir an evvel ele geçirmek arzusunda olduklarını her fırsatta dillendiriyorlar. Anayasalarında bile bu konuda maddeler var. Cumhurbaşkanlığı armalarının tam orta yerinde Ağrı Dağı’nın figürü bulunuyor.
Bu durumda; Ermenilerle olan ilişkilerde dikkatli, uyanık ve akıllı olmak zorundayız.
Ermenistan dediğinizin eti ne, budu ne ki böylesine tavizkar davranıyorsunuz? Alt tarafı 2.5 milyon nüfusa sahip, henüz tam anlamıyla devlet olma başarısını bile gösterememişler…
Sağa sola saldıran, Azerbaycanlı kardeşlerimizin toprağını işgal eden, düne kadar Türk Diplomatları acımasızca katleden, her bulduğu fırsatta, Irak’ın kuzeyinde yuvalandırılıp, barındırılması sağlanan bölücü terör örgütüne bile destek vermeyi maharet sayan bir güruh…
Efendiler!
Aklınızı başınıza alın! Tarih önündeki sorumluluğunuz büyük…!
Amerika istiyor diye; onu ver bunu yapmakla olmaz bu işler…
Komşularımızla elbette iyi ilişkiler içinde olunmalı. Ama bunun yolu/yöntemi var. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana uygulanmakta olan bir Onurlu Dış Siyasetimiz, hükümetin elinin tersiyle bir kenara itilip, ‘Ver Kurtul’ zihniyetiyle hareket etmenin mantığını anlamak mümkün değildir.
Nerede Kırmızı Çizgilerimiz, Olmazsa Olmazlarımız?
Bir yanda Azeri kardeşlerimizin içleri eziliyor, canları yanıyor, Karabağ Ermeni işgalinde ve sorun olduğu gibi duruyor; siz de bu adamlarla el sıkışıyor, protokoller imzalıyorsunuz.
Bunu Amerika istedi ve AB de sık sık gündeme getiriyor diye mi yapıyorsunuz?
Yoksa bir ihanetle mi karşı karşıyayız?
Ermenistan’da da protokole karşı olan ve bu tarz sıcak ilişkiler kurulmasına karşı olan bir kısım insanlar var. Tepkilerini de oldukça sert bir şekilde gösteriyorlar.
Gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Sarkisyan, ülkesindeki tansiyonu düşürmek amacıyla yaptığı zehir-zemberek bir açıklamada; protokolün imzalanmış olmasının özellikle, ‘Türkler tarafından, Ermeni vatandaşların geçmişte katledilmiş olması gerçeğini değiştirmeyeceğini… Ermenilerin, söz konusu olayı unutulmasının mümkün olmadığını…’ altını çizerek ve defalarca belirtti.
Açıklamanın ardından kısa bir süre sonra da; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmi davetlisi olarak, Bursa’ya Türkiye-Ermenistan milli maçını izlemeye geldi. Her iki cumhurbaşkanı sarmaş-dolaş maç seyrettiler, yemek yediler, sohbet ettiler vs…
Abdullah Gül, Ermenistanlı konuğunu ağırlamaktan mutluydu. En azından ekranlardan öyle görünüyordu. Çünkü, kendisi de, Erivan’a maç izlemeye gitmiş, aynı ilgiyle karşılanmış ve ağırlanmıştı.

***
ABDULLAH GÜL’ÜN AÇIKLAMASI
Bu noktada biraz durup, Abdullah Gül’ün, bundan 16 yıl kadar önce ve Refah Partisi’nin bir milletvekili olarak, Meclis kürsüsünden, Demirel Hükümeti’ni muhatap alarak yaptığı konuşmayı, bir kez daha burada aktarmayı gerekli görüyorum. Bu konuşma metni, bugünlerde bir kısım gazetelerin köşe yazarları tarafından sıkça yazıldı. Ayrıca internet ortamında da oldukça yoğun bir şekilde dolaşmakta…
Bakın, Abdullah Gül 1993 yılında neler söylüyor:
Hükümet, bu politikasıyla, geleceğimizi gerçekten ipotek altına almıştır ve öyle ipotek altına almıştır ki, Ermenistan Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanının cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir… Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda, sizin şahin gibi davranmayacağınızı ve yüzünüzün de ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir.
Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, kardeşleriniz katledilecek ve onlar katledilirken, -Bunun müsebbibi Türkiye’dir- diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken, -Avrupa’nın haritaları bellidir, yerine oturmuştur; fakat Ortadoğu’nun, Asya’nın haritaları nihai şeklini almamıştır- diye açıklamalar yapacak; Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, bütün bunlardan sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz de elini sıkacaksınız!...

Böyle konuşmuş olan Abdullah Gül ile bugün görüldüğü gibi davranan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün aynı şahıslar olduğuna inanmanın ne kadar mümkün olabileceğini siz değerli dostların takdirine bırakmak istiyorum…

***
Özellikle son gelişmeler baş döndürücü nitelikte seyrediyor.
Dün ‘Ak’ dediklerine, bugün rahatlıkla ‘Kara’ diyebiliyorlar.
Protokolün imzalanmış olmasının Türkiye Cumhuriyeti’ne bir yarar sağlamayacağı açıktır. Ancak, bu, Ermenistan için, ölüm döşeğindeki hastaya, onu iyileştirip, ayağa kaldırabilecek mucizevi ilacı vermek demektir.
Adamları Batı’ya açıyor ve entegre ediyorsunuz. Azeri kardeşlerimize yaptıklarına karşılık, onları adeta ödüllendiriyorsunuz.
Sözü uzatmanın ve sağa sola çekiştirmenin anlamı yok. Yapılanların tamamının tek bir anlamı var. O da; Türkiye’yi yönetenlerin, Amerika tarafından oluşturulmaya çalışılan yeni Ortadoğu haritasının şekillenmesine yardımcı olduğudur.
Belki de bir bedel ödenmektedir.
Kim bilir…?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

14 Ekim 2009 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL’İN
ÖNDERLİĞİNDE ULUSAL MÜCADELE
DÖNEMİNDE ÇIKARTILAN GAZETELER

İLK GAZETE
İRADE-İ MİLLİYE
14 EYLÜL 1919 / SİVAS

Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla fiilen başladığı kabul edilen Ulusal Mücadele’de öncelikli hedeflerden birisi, mücadeleyi vatan sathına yayıp, Türk Ulusu’nun, Vatan Bütünlüğü esasına dayalı tek bir güç olarak birleştirilmesiydi.
Bütün çabalar bunun üzerine yürütülmekteydi.
Sırasıyla gerçekleştirilen Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarının Türk Ulusu’na, geciktirilmeksizin duyurulması da büyük önem arz etmekteydi.
O dönemde Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde yayın yapan gazeteler olmasına karşın; ‘Mütareke Basını’ olarak adlandırılan bir kısım işbirlikçi gazetelerin emperyalizmin emriyle ve güdümünde yayın yapıyor olmaları ve Ulusal Mücadele’ye yakın olan İstanbul’daki gazetelerin de; işgal güçlerinin baskısı altında bulunması ve yayınlarının sürekli olarak sansür edilmesi neticesinde, Devrimci Önder Mustafa Kemal, Ulusal Mücadele’nin her aşamasının, dolaysıyla da bütün gerçeklerinin ve Devrimci Çözümlerin Türk Ulusu’na ulaştırılması için ulusal hareketin kendi gazetesini çıkarmasını zorunlu görmekteydi.
Konu, her ne kadar Sivas Kongresi öncesinde görüşülmüş olmakla beraber; Kongre’nin yoğun çalışma ortamı buna izin vermemişti.
Nihayet, Sivas Kongresi sona ermiş ve Kongre Mustafa Kemal’in başkanlığında Heyet-i Temsiliye’yi seçmişti. Bundan böyle Heyet-i Temsiliye, Meclis açılıncaya kadar Türkiye’yi temsil edecekti.
Mustafa Kemal, öncelikle Türk Ulusu’nu bilgilendirebilmek ve sonra da içeride ve dışarıda yeterli kamuoyu oluşturabilmek amacıyla; kongrede alınan kararların ve yapılan işlemlerin, öncelikle duyurulması gerektiğine olan inancı gereği bir an evvel Ulusal Hareket’in yayın organı olacak gazetenin çıkarmasını istiyordu.
Derhal girişimde bulunarak, Kongre üyesi ve Sivas’ın emektar öğretmenlerinden Rasim Bey’e, ‘Bir Gazete çıkarmak amacındayım. Sorumluluğu üzerine alabilecek ve güvenilir birine ihtiyaç var…’ diye düşüncesini açıklar. Rasim Bey de; bunun üzerine gerekli araştırmayı yapar ve öğrencilerinden güvendiği biri olan Selahattin Bey’i bulur.
Adı, Mustafa Kemal tarafından İRADE-İ MİLLİYE konulan Gazete, Selahattin Bey’in sorumluluğunda ve 14 Eylül 1919 tarihinde ilk baskısını çıkararak yayın hayatına başlar.
İlk manşet yazısı da yine Mustafa Kemal tarafından bizzat kaleme alınır. Ayrıca, Mustafa Kemal’in Kongre’yi açış konuşması da; Gazete’nin ilk sayfasından Türk Ulusu’na duyurulur.
Ondan sonraki sayılardaki bir çok yazı da; yine Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmıştır. Bununla birlikte yazıların tamamı O’nun denetiminde yayına verilir.
İRADE-İ MİLLİYE, yayınını sürdürdüğü müddetçe Ulusal Mücadele ile iç içe olmuş ve bu ulvi mücadelenin gerçeklerinin Türk Ulusu’na ulaşmasında oldukça önemli bir görevi yerine getirmiştir.
Hepimizin bildiği gibi; Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal ve diğer üyeler, Ankara’ya ulaşmak amacıyla, 18 Aralık 1919 tarihinde Sivas’tan ayrılır.
Mustafa Kemal, İRADE-İ MİLLİYE’nin Ankara’ya taşınmasını arzu etmiş olmasına karşın; Sivaslılar’ın ısrarlı talepleri karşısında gazetenin Sivas’ta kalmasını kabul eder.
İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi, Mustafa Kemal’in Sivas’tan ayrılmasından sonra yayınını sürdürmeye çalışmış ama pek başarılı olamamıştır. Bir müddet sonra da kapanmıştır.

***

İKİNCİ GAZETE
HAKİMİYET-İ MİLLİYE
10 OCAK 1920 / ANKARA
Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya gelmiştir. Öncelikle Keçiören semtindeki Ziraat Mektebi’ne yerleşilmiş ve karargah burada oluşturulmuştur.
Yapılacak ilk işin yeni bir gazete çıkarmak olduğu fikri Mustafa Kemal’in kafasında her daim şimşek gibi çakmaktadır.
Çıkarılacak gazete, tıpkı İRADE-İ MİLLİYE’nin olduğu gibi; Ulusal Mücadele’nin hizmetinde ve O’nun yayın organı olmak durumundadır.
Gazete’nin adı üzerinde bir iki kısa tartışmada bulunulur. Sonra da, Sivas’taki İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi’nin adı bu kez Ankara’da HAKİMİYET-İ MİLLİYE olarak verilir. Bu adı da Mustafa Kemal koymuştur.
Gazete’nin adının konmuş olmasına karşın; ne baskının yapılabileceği bir matbaaları, ne de kağıtları vardı. Sonunda, Ankara Valiliği ile kurulan temas neticesinde, Valiliğin matbaası kullanılır ve kağıt ihtiyacı da Valilik’ten, ödünç olarak karşılanır. Bunun için gerekli izin de Valilik’ten alınır.
Böylelikle; HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi, Recep Zühtü Bey’in imtiyaz sahipliğinde ve ilk sayısını 10 Ocak 1920 tarihinde çıkartarak yayın hayatına başlar.
Mustafa Kemal, yakın arkadaşlarından Hakkı Behiç Bey’in de Gazete’de görev almasını ister.
Gazete’nin ilk sayısında, ‘Hakimiyet-i Milliye’ başlıklı ve bütün ilk sayfayı dolduran başyazı Mustafa Kemal tarafından Hakkı Behiç Bey’e not ettirilmiştir. Bu yazıda; ‘HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi’nin izleyeceği yol ve Ulusal Mücadele’nin amaçları…’ anlatılmaktaydı.
Başyazıda özetle;
Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek olan gazetemize bu ismi tesadüfi olarak vermedik.
Gazetemizin ismi aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir.
Şu halde diyebiliriz ki, Hakimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin hakimiyetini müdafaa olacaktır.
’ denilmektedir.
Gazetenin ilk sayısının yaklaşık olarak 1500 kadar basıldığı sanılmaktadır.
Dağıtım da; öncelikle ordu birliklerine, İl ve İlçelerdeki Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’ne, Valilikler’e, Dış Temsilciliklere ve bunların dışında da gerekli görülen diğer yerlere yapılmaktaydı.
HAKİMİYET-İ MİLLİYE’nin başyazıları, genellikle imzasızdı. Bunların Mustafa Kemal’in kaleminden çıktığı biliniyordu. Gazetenin tavrı açıktı ve Kuvay-ı Milliye yanlısı olduğunu ve Ulusal Mücadeleyi desteklediğini ortaya koymuştu.
Önceleri haftada iki sayı çıkabilen HAKİMİYET-İ MİLLİYE, daha sonra ve 18 Temmuz 1920 – 6 Eylül 1920 döneminde haftada üç sayı çıkarmaya başladı. 30 Ekim 1920 tarihinden itibaren tekrar haftada iki sayı olarak çıktı.
Mustafa Kemal’in düşüncesi ise; her gün yayın yapabilmekti. Yani HAKİMİYET-İ MİLLİYE günlük çıkmalıydı. Hatta bir defasında, Ankara istasyonunda konakladığı binada, Hüseyin Ragıp Bey’i karşısına oturtup, ‘HAKİMİYET-İ MİLLİYE’yi her gün çıkaracağız. Bununla da sen meşgul olacaksın. Her gün de Başmakale yazacaksın…’ diye söylediği bilinir…
Bunun üzerine, HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi, kendi matbaasını kurmasının hemen ardından ve 6 Şubat 1921 tarihinden itibaren günlük çıkarak yayın hayatını sürdürmeye başladı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca yayınına ara vermeyen HAKİMİYET’İ MİLLİYE Gazetesi, Cumhuriyet’in ilanı ve Türk Devrimleri’nin Türk Ulusu’na yayılması konularında, basına düşen görevi, o dönemin sancak gemisi edasıyla başarıyla yerine getirmiştir.
Büyük Zafer’in kıvancını Türk Ulusu’yla paylaşan HAKİMİYET’İ MİLLİYE, yayınını Ankara’da ve aynı isimle 1934 yılına kadar sürdürdü.
Gazete’nin adı, 1934 yılında ve 4797. sayıdan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde, ULUS Gazetesi olarak değiştirildi.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yayın anlayışıyla 14 Eylül 1919 tarihinde Sivas’ta çıkartılan İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi, 10 OCAK 1920’de Ankara’da HAKİMİYET-İ MİLLİYE ve 1934 yılında da ULUS Gazetesi olmuş ve Gazi Paşa’nın aramızdan ayrılışına kadar da ULUS Gazetesi adıyla yayın hayatına devam etmiştir.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

13 Ekim 2009 Salı

CUMHURİYET’İN BAŞKENTİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara şehridir
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Sivas Kongresi’nin ardından, Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal ve beraberindekiler, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldiler.
Neden Ankara?
Mustafa Kemal’in;
Asıl tehlike, batıda, arkasında emperyalist güçler bulunan Yunan Ordusu'dur. Bu bakımdan uygulanacak yol ve yöntem şudur ki; genel durumu yönetip, yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, elden geldiği kadar yakın yerde bulunmalıdırlar. Yeter ki, bu yakınlık genel durumu gözden kaybettirecek derecede olmasın!
Ankara bu şartları kendisinde toplayan bir noktada bulunmaktadır. O halde; cephelere ve İstanbul'a demiryolu ile bağlı olan ve genel durumu yönetme bakımından Sivas'tan hiç bir farkı olmayan Ankara'ya gelinecektir
’ şeklindeki sözleri bu soruyu büyük bir isabetle cevaplıyor.
O dönemde Ankara’nın hali içler acısı denebilecek durumdaydı. Kale’nin etrafına serpilmiş gibi duran yıkık-dökük evlerin oluşturduğu ve otuz bin kadar nüfusun yaşadığı, toz-toprak içinde bir Anadolu kasabası...
Modern şehir görünümünden uzak, halkın sosyal yaşamı yok denecek kadar az, ama buna karşın tekke ve dergahların çoğunlukta olduğu bir yerleşim birimi…

***
Ulu Önder, Ankara’yı rastgele seçmemiştir.
Ulusal Mücadele’nin örgütlenmesine başlanmış ve Amasya Tamimi’nden sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri tamamlanmış, alınan kararlar da Türk Ulusu’na duyurulmuştu.
Mustafa Kemal, Ulusal Mücadele’yi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Ankara’dan yürütmeyi kafasına koymuş ve gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti’nin de Ankara olacağını kararlaştırılmıştı.
Ankara’da Karargah olarak Ziraat Mektebi seçilmiş ve çalışmalar bütün yoğunluğuyla sürdürülmekteydi.
O yıllar her türlü imkansızlığın olduğu ve halkın hemen tamamının, çeşitli nedenlerle padişaha kayıtsız-şartsız bağlı bulunduğu göz önüne alındığında; işlerin pek de kolay olduğu söylenemez.
Mustafa Kemal, bir yandan düşüncelerini hayata geçirmeye çalışırken; bir yandan da halkın Ulusal Mücadele’ye katkısını sağlamaya çalışmıştır. Her konuda yapılan muhalefet ve ileri sürülen hilafet yanlısı düşünceler, mevcutlara ilaveten çok daha zor şartları da ortaya koymuştur.
Nutuk’ta da açıklandığı üzere; Başkent konusunda İstanbul üzerinde ısrarla duranlar olmasına karşın; Mustafa Kemal bunlara fazla itibar etmemiş ve dönemin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa ve ön dört arkadaşının imzalarıyla 9 Ekim 1923 tarihinde Meclis’e verilen bir kanun tasarısının görüşülmesi neticesinde, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara Başkent olarak kabul edilmiştir.

***
Bu yıl, başkent oluşunun 86. yılı kutlanacak olan Ankara, Atatürk Türkiyesi’ne yakışan bir başkent görüntüsü maalesef vermemektedir. Geçmişteki yazılarımda da bahsettiğim gibi; Başkent’in bir çok sorunu vardır. Su, temizlik, şehirleşme, park, ulaşım vb ilk akla gelenlerdir.
Cumhuriyet’in önemli kazanımları olarak bilinen bir çok kurum ve kuruluşun özelleştirme adı altında emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesi sonucunda; merkez teşkilatlarının İstanbul’a taşınması, Ankara’ya indirilen başka bir darbedir. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması bile halen gündemde tutulmaktadır.
Şehir’de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK adına ne varsa ortadan kaldırmak için sanki özel bir gayret sarf edilmektedir. Atatürk Bulvarı’nı paramparça eden Kuğulu Kavşakları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyet’in Başkenti’ne yaraşır görüntülere özen gösterileceği yerde; her boş bulunan alana görkemli bir cami kondurulması da işin cabası. Bunun son örneği de; Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün arkasından Yıldız mahallesine dönülen köşeye yeni yapılan camidir…
Bir Müslüman için kainatın her köşesinin ibadethane olduğu gerçeği unutulmamalıdır…

***
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş olan Kazanımları’na sahip çıkmak asli görevimizdir.
Hiç şüphe yok ki; Ankara’da bunlardan birisidir.
Her kim ne yaparsa yapsın, nerede ne söylenirse söylensin Cumhuriyet’in Başkenti, ilelebet Türkiye Cumhuriyeti’ne Başkent olmaya devam edecektir.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

30 Eylül 2009 Çarşamba

AMERİKA, AMERİKA
AH AMERİKA!

Rastlantı mıdır bilinmez ama, son 50-60 yıldır iktidara gelen siyasilerin çoğunluğunun Amerika ile ilişkileri pek iyiydi. Hükümet olabilen bir kısım siyasi partilerin Amerika’dan icazet almadan işin başına gelemediği bilinen bir gerçektir.
Siyasi partilerin bir kısmının Amerika tarafından kurdurulduğu bile söylendi. Halen de; Türk Ulusu’nun büyük çoğunluğunda bu inanç hakimdir.
Kimin kiminle dost olacağı, ilişki kuracağı beni fazla ilgilendirmiyor. Ancak, Bu şahıslar, siyasi kimliğe bürünüp de Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetimine getirilmeye çalışılınca durum biraz değişiyor.
O zaman olay hepimizi ilgilendirir bir boyut kazanıyor.
Çünkü, iktidar sahiplerinin, Türk Ulusu üzerinde, dışarıdaki bir kısım emperyalist güçlerin dayatmasıyla oynamaya çalıştıkları oyun can yaktıkça; toplumdan da feryatların yükselmesi doğal oluyor elbette…

***
Ne varsa bu Amerika’da?
Oraya eli, ayağı değenin huyu-suyu birden değişiyor.
Özellikle bir kısım siyasilerimizin göstergeleri çabuk bozuluyor. Neredeyse milli duyguları yok oluyor, sanki kişisel benlikten sıyrılıyorlar gibi…
Tabii, istisnalar kaideyi bozmuyor…
Fazlaca da eski bir tarihe ve kültüre sahip olmayan bu derme-çatma ülke, nedense bir kısım insanımıza fazlasıyla cazip geliyor.
En ufak bir rahatsızlığında Amerika’ya koşanlar mı istersin…?
Çocuğu Amerika vatandaşlığını da alabilsin diye, doğumu Amerika’da yapanlar mı ararsın…?
Dünyanın en güzel doğasına, deniz ve kumsalına sahip Ülkemiz kıyıları dururken; Amerika’da yazlık alanlar ile bütün yatırımını Amerika’da yapıp, han-hamam sahibi olanlar mı sorarsın…?
Bir de; hastalığını bahane edip, Amerika’ya çöreklenip, oradan beri Türkiye’yi yönetenler ve Atatürk Türkiyesine karşı türlü tezgahlar ayarlayanları falan da saysam; liste uzayıp gider…

***
Hatırlanacağı üzere; Turgut ÖZAL ile Tansu ÇİLLER’in de Amerika ile ilişkileri oldukça iyiydi…
Özal, President Bush(Baba Bush) ile konuşmadan Köşk’ten dışarı adımını atmazdı dersek yeridir. Bush’la konuşulmadan, ona danışılmadan iş yapmak ha…! Ne mümkün…!
Körfez Savaşı’nda yaşadığımız kepazelik buna iyi bir örnektir. Bir koyup üç almayı düşünen Özal, bir koyup, üzerine üç daha eklediyse de olmadı.
Havasını aldı…
Çiller’in durumu da pek farklı sayılmazdı. Onun da derdi varsa-yoksa Bill Clinton’du. Aralarında yapıldığı iddia edilen konuşmalar komedyenlere malzeme dahi olmuştu…
Clinton’suz olmuyordu. Her şey onunla konuşuluyor, ona danışılıyor ve işler öyle yürütülüyordu.
President Bush ve Bill Clinton’un Türkiye ziyaretleri de ayrı birer olaydı.
Bu ziyaretler İstanbul’da hayatı felç eder, konuklar için alınan abartılı tedbirler neticesinde İstanbul’da yaşayan vatandaşlarımıza çektirilmedik kepazelik kalmazdı.
Hatta, Clinton’un Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerin birinde bir bebeği kucağına aldığı adeta olay olduydu. Medya günlerce bu konuyu gündemde tutmuştu. Bebeğin istikbali parlaktı artık…
Bir kısım genç anne-babaların bile, neredeyse yeni bir çocuk için hazırlanacakları esprileri bile yapıldıydı. Öyle ya; Clinton, ola ki bir daha gelecek olursa hazır olmalıydılar.

***
O dönemler çok çabuk geçti. Olan-bitenler ve de çekilenler çabuk unutuldu. Herhalde Amerika bundan çok mutludur. Türkiye’de olayların çabucak unutulması, işlerine geliyordur. Yeni ve başka tezgahları daha rahat hazırlıyorlardır.
Bizdeki bir kısım iktidar sahipleri de; Amerikasız iş yapamaz olmuşlardı. Bunun bugün bile sürdürüldüğünü görmek inanın çok acı olduğu gibi; çok da düşündürücü…
RTE, diğerlerine nazaran çok daha şanslı. İki Amerikan başkanıyla birlikte çalıştı. Ellerini sıktı, sofralarında bulundu. Hikmetyar’dan sonra, Amerikan başkanlarından ikisinin de yanına oturdu. Oralardan aldığı destekle Türkiye Cumhuriyeti’ni Amerika’nın talimatları doğrultusunda yönettiği artık herkesin ağzında. Sokaktaki vatandaşımızdan bile bunu yüksek sesle dillendirdiğini duyarsınız.
İki yıl önceki Teskere konusu ile bugünkü Demokratik Açılım ve Ermeni Protokolü, söylediklerimi ispatlarcasına gözümüzün önünde gelişen hadiseler.

***
Ülke’nin yönetimine talip olanların, Milli Mücadele tarihi ile Cumhuriyet Tarihi’ni bilmeleri bir zorunluluktur. Bunlar bilinmeden olmaz. Yapamazlar…!’ sözünü oldum olası çok sevmiş ve yazılarımda çokça kullanmışımdır.
Bahsettiğim Muhteremler, Milli Mücadele yılları ile Cumhuriyet’in ilanından sonraki uygulamaları bilselerdi; bugünkü durumu böyle olmazdı.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Türk Ulusu adına uyguladığı onurlu dış siyaset öğrenilmiş olsaydı; her ulusal konumuzu Amerika’ya taşımak ve gözü Amerikan çıkarlarından başka hiçbir şeyi görmeyen Amerikan İdarecilerine danışmak gerekmezdi.
Olay bununla da sınırlı değil tabii. Bahsettiğim siyasi kişilerin kiminin hanı-hamamının yanı sıra, bir kısmının da çocuklarının istikbali Amerika’da aranıyor.
Türkiye’de, bir yanda okulları temizletecek para bulunamazken; veliler topluca okul temizliğini yaparlar, bir yanda da devleti yönetenlerin çocukları, ne idüğü belirsiz burslar temin edilerek Amerika’ya okumaya gönderilir…
Meğer sen neymişsin be Amerika…!
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

28 Eylül 2009 Pazartesi

RTE’NİN AMERİKA ZİYARETİ
VE SONUÇLARI

RTE ve ekibi Amerika’dan döndü. Havaalanı’nda yapılan ilk açıklama inandırıcılıktan uzaktı ve dolaysıyla da tatmin etmedi.
Yanlış anlamadıysam; RTE, Obama ile yapılan görüşmenin 15 dakika kadar sürdüğünü söyledi. Bu süreye neler sığdırdılar bilinmez. Ama, geçmişten hatırlıyoruz ki; böylesi temaslarda işin aslı kapalı kapılar ardında halledilir.
Açıklamanın devamında; Ermenistan ile olan protokolün 10 Ekim tarihinde imzalanabileceği de belirtildi.
Muhterem, BM’deki konuşmasında da esip,gürledi.
Konuşmanın ağırlığı Filistin üzerineydi. Filistin’deki insanlara; İsrail’in uyguladığı baskı ve zulüm elbette kabul edilebilir cinsten değildi. Gazze’ye, sadece kısıtlı miktarda gıda ve zorunlu sağlık malzemelerinin geçişine izin verilmesi İsrail’in ayıbı olduğu kadar, insanlık ayıbıdır da…
Ziyarette dikkati çeken bir başka konu da; RTE’nin korumalarıyla ABD’li korumalar arasındaki itiş-kakışın yarattığı arbedeydi. Olay, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın önünde oldu. ABD güvenlik görevlilerinin, Atatürk Türkiyesi’nin Başbakanı önünde gösterdikleri davranışların diplomatik nezaketle uzaktan - yakından ilgisi yoktu.
Olup-bitenler karşısında Türk Resmi Heyeti sessizliğe büründü.
ABD’li yetkililerin bir süre sonra gelen açıklaması ise;
Aramızda halleştik…’ şeklinde oldu… Bu kadar basit öyle mi?
Başkan Obama, sonraki bir araya gelmelerinde RTE’ye sıcak ve samimi davranıyormuş da; bunlar bir anlamda özür dilemekmiş. Falan, filan… Yandaş medyanın olay hakkındaki yorumu böyle…
Yersen…!
Resmi Ziyaret’ten dışa yansıyanlar işte bu kadardı…

***
Hatırlarsanız, yaklaşık iki yıl kadar önce de RTE’nin bir ABD ziyareti olmuştu. Hani önce Bush randevu vermemiş, onlar da torun ziyaretine gitmişti. Sonunda da beklenen randevu alınabilmiş ve resmi ziyaret de; büyük tantanalarla başlamıştı.
O ziyaretten akılda kalanların, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı başkanlığındaki Resmi Heyeti’n Beyaz Saray’a arka kapıdan alınmasıydı. ABD’li yetkililerin gerekçesi de oldukça ilginçti. ‘Öndeki kapının karşısında ve de caddenin öbür yanında, bölücü terörün ABD’deki uzantılarından üç-beş baldırı çıplak gösteri yapıyormuş da; güvenlik sorunu varmış…
Düşünebiliyor musunuz?
Dünyanın süper gücü olan ve güvenlik konusunda büyük imkanları bulunan ABD, bir resmi heyetin güvenliğini sağlayamıyormuş… Biz de yuttuyduk…!
O günlerde de söylemiştim, ‘Size verilen itibar bu kadardır…’ diye. Beyaz Saray’a mutfak kapısından alınıyorsunuz ve siz Atatürk Cumhuriyeti’nin Başbakanı ve Resmi Heyeti, halen Bush ile olan görüşmeye katılıyorsunuz…! Hatırladığımda bugün bile şaşıyor, sinirimden dudaklarımı ısırıp duruyorum…

***
Halbuki iki yıl önceki ziyarette bir başka ilginç olay daha yaşanmıştı. Resmi Heyet’te bulunan Genelkurmay Genel Sekreteri Org. Ergun SAYGUN, ABD Genelkurmayı yetkilisi muhatabıyla görüşmeye gidiyor.
Randevu saatinde, beraberindekilerle birlikte görüşmenin yapılacağı binaya gelindiğinde; üstleri aranmak isteniyor…
Ergun SAYGUN paşa ne yapıyor biliyor musunuz?
Bu tavrı içine sindiremediği için; derhal oradan ayrılıp oteline dönüyor ve dolaysıyla da görüşmeye katılmıyor. ABD’li muhatabı sonradan oteline kadar gelerek SAYGUN Paşa’dan özür diliyor ve görüşmelere otelde devam ediliyor.
İşte size Devlet Adamlığı’na mükemmel bir örnek.
Bu, nasıl mı oluyor diyorsunuz?
Hemen söyleyeyim:
Org. Ergun SAYGUN Paşa, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün okulunda yetişmiştir. Sanırım bu kadarı yeterlidir.

***
Malum Ziyaret’in sonuçlarını irdelediğimizde;
Demokratik Açılım konusunda konuşulanlardan hiç bahsedilmedi.
Konunun Amerikalı yetkililerle konuşulmamış olması asla inandırıcı olamaz…!
İki yıl önceki ziyarette de böyle olmuştu. Dosyada Tezkere vardı. Başkan Bush’a danışılmadan Meclis’ten alınan Tezkere’ye dayalı yetkiyi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne vermediler. En azından Türk kamuoyundaki inanç böyleydi.
Birlikte hatırlayalım; Tezkere’nin Meclis’ten çıkarılmasıyla, TSK’ya yetki verilmesi arasındaki süre tam bir aydı. RTE’nin o dönemdeki ABD ziyareti de bu süre içinde gerçekleştirilmişti. Onlar istedikleri kadar, ‘Kimseye bir şeyler danışmaya ihtiyacımız yok…’ desinler…
Açılım konusunun da böyle olduğunu düşünüyorum. Bu ve benzeri bir çok konudaki konuşmalar kapalı kapılar ardında yapılmış olmalı. Aksini düşünmek safdillik olur. Bunları zaman ortaya çıkaracak…
BM’deki Filistin üzerine yapılan konuşma, sanki bir şov gibi geldi bana.
Eğer, RTE samimiyse; o halde adama sormazlar mı?
Senin ülkende insanlar geçim sıkıntısı içinde inlerken; BM kürsüsünden Filistin için ağıt yakar bir eda ile konuşmanın anlamı nedir? Sizce de bunca gerçeğe karşın; bu şov değil midir?
Ermenistan konusundaki gerçeklerin, bir çok konuda olduğu gibi, Türk Ulusu’ndan gizlendiği inancındayım. Her şey kapalı kapılar ardında hallediliverdi… Bize anlatılacaklar sadece senaryodan ibaret olacaktır…
Türkiye’nin Ortadoğu’da yapabilecekleri ABD tarafından projelendirilir ve Türkiye de talimatları aynen uygular. Bundan endişe edilmesin…!
Meselenin Türk Ulusu’na anlatılmasına gelince; bunun gereğini yerine getirmek de RTE’ye düşer. O da yapıyor zaten...
Sonuçta, RTE’nin Amerika ziyareti sona erdi. Resmi temaslarda yapılan görüşmelerin, geçmişte de yapıldığı iddia edildiği gibi, belki bir çoğu muhtemel ki kayıt altına alınmamış olabilir. Kanaatim de bu yöndedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinden, kim bilir, bu sefer neler feda edilmiştir?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

26 Eylül 2009 Cumartesi

DİL BAYRAMI
VE TÜRKÇEMİZ

Herkes ulusal görevini ve sorumluluğunu bilmeli,
memleket meseleleri üzerinde o düşünceyle,
düşünüp çalışmayı görev edinmelidir.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Dil, insanlar arasındaki en önemli bir iletişim aracıdır. Aynı zamanda ulusal yapıyı oluşturan ve sağlamlaştıran ortak bağdır. Kişilerin birbirleriyle olan duygu, düşünce ve dileklerini anlatmada kullandıkları ve kendi kurallarına sahip bir işaretler sistemi Dil’in ana yapısıdır… Toplumda ortak anlaşma ve iletişim aracı olan ifadelerin ve dilbilgisi kuralları olarak tanımlanan kurallar ile bunların doğru kullanılması Dil’i oluşturur… İletişimin en temel unsuru olan Dil, kendi özel kurallarıyla canlı bir yapıdır. İnsan yaşamıyla birlikte de sürekli gelişir ve kendini yeniler.
Cumhuriyet döneminde ve Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Dil’e büyük önem verilmiştir. Dilimizin, Türk Kültürü’nün anlaşılmasında çok önemli bir etken olduğunu bizzat vurgulayan Mustafa Kemal, Türk Dili konusunda önemli çalışmalar yapılmasına önderlik etmiş ve 1932 yılında Türk Dil Kurumu’nun kurulmasıyla, bundan sonra yapılacak çalışmaların da bir disiplin altında ilerlemesi ve gelişmesini esasa bağlamıştır.
Her yıl 26 Eylül’de kutlanan Dil Bayramı, geçmişteki bu onurlu çalışmaları anmanın yanı sıra Dil’de olabilecek gelişmelere ve yeniliklere Toplumun da ilgisini çekmek bakımından önemlidir.

***
Atatürk’ün 1932 yılında başlattığı Dil Devrimi çalışmaları, Ulusal Kültür Politikası’nın zorunlu gördüğü bir anlayışla sürdürülmüş ve Türk Kültürü’nün öğrenilmesinde Türkçenin ne denli önemli olduğu, her defasında vurgulanmıştır. Türk Ulusu için hedeflenen Çağdaş Medeniyetler Seviyesi’ne ulaşmada, Türkçenin önemi sürekli öne çıkarılarak, bilim dili olarak Türkçeye hak ettiği değer verilmiştir.
Türkçenin, özellikle yabancı sözcüklerden arındırılarak, kendi yapısı içinde arı, saf ve temiz konumu korunmaya gayret edilmiş ve gelecek nesillerin de bunu böyle sürdürmeleri özendirilmiştir.
Ancak, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün aramızdan ayrılmasının ardından başlayan sinsi ihanet faaliyetleri yapacağını yapmıştır. Toplumun her kesimindeki yozlaşma ve adeta çürüme, ne acıdır ki Türkçe Dili’nde de kendisini göstermiştir.
Özellikle, 1950’lerden sonra dayatılan ABD ve genel anlamda Batı özenticiliği, bir çok Temel Değerlerimizi ortadan kaldırmayı amaçladığı gibi; Türkçe Dili’ni de yozlaştırmayı amaçlamıştır.
Son 50-60 yıllık siyasi tarihimizin sorumluları, her ne kadar her siyasi doğru yaptığını iddia ediyorsa da; Türkçemiz’in de bugünkü duruma sürüklenmiş olmasında esas sorumludurlar. Hiç kimse suçu başkalarına ve dayanaktan yoksun sebeplere yüklemeye çalışmasın.

***
ATATÜRK’ün, Gençlerle olan bir konuşmasında Türkçe Dili konusundaki, ‘Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk Gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmalarınızdan beklenir’ şeklindeki büyük anlam içeren ifadesi, sanki hiç yokmuşçasına, söylenmemişçesine davranılmış, insanımızın kültürel geleceği, basit siyasi hırslar uğruna adeta heba edilmiştir.
Bu noktada Biz ATATÜRK Gençliği’ne büyük sorumluluklar düşmektedir.
Muhteşem dilimizi, yabancı dil ve kelimelerin kıskacından ve yozlaşmış kültürlerin gereği olan sokağın argo dilinin etkisinden kurtarmak için gerekenin yapılması önemli bir zorunluluktur.
Gerçeği görebilmek için uzaklara gitmeye, çokça ansiklopedi ve kitaplar karıştırmaya ihtiyaç yok. Herkes, bulunduğu yerde etrafına şöyle bir baksa yeterli...
Özellikle, büyükşehirlerin yaya kalabalığının yoğun olduğu semtlerindeki işyerlerinin tabelaları, anlattıklarımın kanıtlarını ortaya koyuyor. Tabelaların çoğunluğu ya İngilizce yazılmış, yada İngilizce kelimeler öne çıkarılmış… Kendinizi bir an yabancı bir ülkede zannetmeniz işten bile değil…

***
Halbuki; Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, ‘Ulusal his ile Dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır’ sözleriyle yapılacak olanı işaret etmiştir.
Yol haritası ortaya konulalı epey zaman olmuştur. Ama, bir çok değerimizi olduğu gibi; Türkçe Dilimizi de; politikacılarımızın siyasi hırslarına kurban vermişiz.
Efendiler!
Zaman çok geç değildir.
Konuya ilişkin hassasiyetimiz bir an önce gösterilmeye başlanırsa; uzun zamanda kaybettiklerimizi, çok kısa bir zaman diliminde yeniden kazanmak mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bunun için, çaresizce çırpınmanın anlamı yok. ATATÜRK’ün ulusal sorumluluk konusundaki söyledikleri yeter de artar bile…
Elbette ki hassasiyetimizi sadece Türkçe üzerine yoğunlaştırmayacağız. Amaç, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ne ulaşmaktır. Bunun için; Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri için de gayret göstermeyi göz ardı etmeyeceğiz. Bu gayretler içinde, Türkçe Dili için de gereken zaten yapılmış olacaktır.
Bu düşüncelerle; Türk Ulusu’nun DİL BAYRAMI’nı kutluyorum…
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

19 Eylül 2009 Cumartesi

SINIR ÖTESİ OPERASYONLAR

Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin,
Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.
Ordumuz, Türk topraklarının ve Türkiye idealini
tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz
sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız
teminatıdır
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Bir önceki yazımda RTE’nin suni gündem yaratmada sorun yaşamadığı ve becerikli bir ekibe sahip olduğunu yazmıştım. Hatta, yeni bir gündemin sinyalinin verilmeye başlandığı da yazımda yer almıştı…
RTE, bir-kaç gün önce, sözüm ona, muhteşem Demokratik Açılım Projesi konusunda ahkam keserken; Ankara’da kulaktan kulağa dolaşan ve henüz malum medyanın dillendirmediği bir konu daha ortaya çıkmaya başladı.
AKP ve Zihniyeti hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sınır ötesi operasyonlar konusunda, yeniden yetki verecek miydi?
TSK, talebini 14 Eylül 2009 günü hükümete iletmişti. Açıklama böyleydi…
Hükümetten, konu hakkında bugüne kadar bir ses duyulabilmiş değil. Nasıl duyulsun ki…?
TSK’nın 17 Ekim 2009 tarihinde dolan sınır ötesi operasyon yetkisinin süresi uzatılsa bir türlü, uzatılmasa bir başka türlü… Sonra, Demokratik Açılım konusunda roller çok iyi oynanmaya başlanmışken; şimdi pişmiş aşa su katmanın gereği var mıydı? Edinilen bilgilere göre; RTE başta olmak üzere, hükümeti kara düşünceler sarmaya başlamış. Ne yapsa, nasıl etse de bu sarmaldan kurtulabilseler…?
Yakın geleceğin gündemi böylelikle ortaya çıkmaya başladı…

***

Hatırlarsanız; Sınır Ötesi Operasyon yapılmasının ilk yetkisi çıkarılmaya çalışıldığında çok bocalamışlar, her gün üç-beş askerimiz kalleşlerin kurşunuyla şehit düşerken; Meclis’in verdiği Yetki, ABD’ye danışılıp, onayı alınmadan TSK’ya kullandırılmamıştı. Tezkere’nin Meclis’ten çıkarılmasının ardından, RTE, ABD’ye resmi bir geziye çıkmış, Başkan Bush’la ikili görüşmede bulunmuş(…ki bu görüşmenin bir kısmının kayıtlara dahi geçirilmedi iddiaları yaygın), hanidir sonra Türkiye’ye dönmüş ve Yetki TSK’ya verilmişti. Yani, Tezkere’nin Meclis’ten alınmasıyla TSK’ya verilmesi arasında, yaklaşık, bir aylık bir süre vardı…

***

Ayrıca, ABD, Irak’ta yapacağını yapmış, Irak’ın kuzeyinde de; adına Bölgesel Yönetim deniliyor olsa bile, Kürdistan Devleti’ni kurmuştu. Önceki yazımda da söylediğim gibi; nankör Barzani’nin bile, Irak’ın kuzeyi için Güney Kürdistan sözünü etmesi boşuna değildi…
Öteden beri bilinen bir başka gerçek ise; bölücü terörün Irak’ın kuzeyinde yuvalanmasını sağlayan ve her türlü ihtiyacını temin eden, hiç kuşku yok ki ABD’dir. Barzani ise sadece ayak işlerini yerine getirmektedir.
Bu gerçeklere karşın; Türkiye’nin de ABD’nin talimatları ve AB’nin istekleri doğrultusunda ve dışarıdan yönetildiğini ve üzerimizde oynanan her türlü oyunun dışarıda tezgahlandığını göz önünde bulundurursak; yapılmaya çalışılanlar daha bir net olarak kendini gösterir…
Aslında, hükümetin anlattıkları, RTE’nin gayretleri, vs hepsi palavra.
Açıkça söylüyorum; olup bitenler bir tertiptir. Yapılanlar ve yapılmak istenenlerin tamamı ABD’nin ve dolaysıyla da AB’nin baskısı ve dayatmasıdır. Çünkü ABD’nin bölgede çıkarları söz konusudur.
Baksanıza, alfabemize Q, W ve X harflerini bile eklemeye kalkışıyorlar. Bunlar amaçlı ve kasıtlı çabalardır. Gerçi geçmişte, aynı zihniyetin Kültür ve Turizm bakanı olan ve her mekanda uyumasıyla tanınan Atilla KOÇ da, Arapça bazı telefuzların iyi yapılabilmesi için alfabeye bazı harflerin eklenmesini dillendirmiş, ama itibar görmemişti…
Muhteremlerin asıl dertleri Laik Cumhuriyet’le hesaplaşmaktır…

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin, hiç kimsenin bir karış toprağında gözü olmadığı gibi; kimseye de bir saksı dolusu toprak dahi vermek gibi bir zafiyeti söz konusu değildir.
Lozan’ın imzalanmasıyla(ABD, Lozan Anlaşması’nı halen imzalamamıştır) kendini dünyaya kabul ettiren Türkiye Cumhuriyeti, mevcut sınırları içinde ve Yurtta Sulh Cihanda Sulh şiarıyla, barış içinde yaşamayı amaç edinmiştir. Bunu bozmak isteyenlere, gerekçesi ne olursa olsun, asla müsamaha gösterilmeyecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bölücü terörle yaptığı mücadele, son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar sürdürülmelidir. TSK’nın açıklamaları da bu şekildedir. Bunu engellemeye hiç kimsenin gücü yetmez.
Siyasi iktidar da; bölücü terörün yok edilebilmesi için üzerine düşeni bir an evvel yapmak zorundadır.

***

Bu durumda; RTE’nin işi oldukça zor. Bir yanda ABD baskısı ve AB’nin sınırsız istekleri, bir yanda ise; Türkiye Cumhuriyeti’ni ali menfaatleri.
Yakında, uzaktan kumanda ile yazan ve arkasını sıkınca öten oyuncak ördek yavruları örneği, başı okşandığında konuşmaya başlayan sözde yorumcular döktürmeye başlarlar.
Kraldan çok kralcı geçinen bu zavallılar, bölücü terörün çıkarını okşadıklarını bilmezcesine, Sınır Ötesi Operasyonların gereksizliğini, sivillere zarar verdiğini, askerimizin helak olduğunu vb sıralamaya başlarlar. Güya kamuoyu oluşturacaklar ya…
Sonra da sahneye RTE çıkıp, toplumdaki mevcut eğilimden falan bahsetmeye başlar.
Hal böyle olunca da; Sınır Ötesi Operasyon yetkisinin süresinin uzatılıp uzatılmayacağı büyük önem kazanmaktadır.
Gelişmeleri önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz…
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi


Laik Cumhuriyet’in bekası temennilerimle,
Şeker Bayramınızı kutlarım