23 Nisan 2009 Perşembe

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI

Kuşku edilmemek gerekir ki, Ermeni Kırımı
üzerine söylenen sözler gerçeğe uygun değildir

Gazi Mustafa Kemal Atatürk


Bugün, ‘Ermeni Soykırımı’ iddiasıyla sıkça önümüze konulan konunun, yaklaşık bir asırlık bir geçmişi var. Olayın kökeni 1915 tarihinde gerçekleştirilen zorunlu göç sırasındaki Ermeni Soykırımı iddiasına dayandırılmak istense de; aslında işin altında yatan gerçeğin, Türkiye’yi bölüp, bir kısmını da Ermenistan’a dahil etmekten öteye bir şey olmadığıdır. Bu da; Sevr’e dayanan bir hayalin devam ettirilmek istenmesidir.
Cumhuriyet Tarihimize baktığımızda; Sözde Ermeni Soykırımı konusunda çok kitapların yazıldığı, nice uyduruk içerikli ve yalan bilgilere dayalı konferansların verildiği görülür.
Daha yakın geçmişte bir yazarımızın, iddialara göre, Nobel Ödülü’nü alabilmek uğruna, Türklerin 1.5 milyon Ermeni’yi katlettiğini söylediği unutulmadı.
Hırant Dink adlı Ermeni kökenli bir vatandaşımızın cenazesinde, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ yazılı pankartın açıldığı da hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.
Kendisini, ‘Aydınlar’ olarak nitelendiren bir kısım insanların da; ‘Ermeniler’den Özür Diliyoruz’ adıyla bir kampanya başlattıkları, henüz unutulmamış olaylardandır.
Üzerinde abuk-subuk laflar edilebilen konunun doğrusuna ulaşabilmenin tek yolu, kimsenin hakkında endişeye düşemeyeceği tarihi belgelere bakmaktır.
Daha birkaç gün öncesine kadar televizyon kanallarının birinde, 1.5 milyon Ermeni’nin Türkler tarafından katledildiğinin iddia edildiği yıllardaki Anadolu’da yaşayan Ermeni nüfusunun 1.2 milyon kadar olduğu açıklandı.
Ayrıca, Türk Tarih Kurumu eski Başkanları’ndan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun yaptığı bir araştırmada, zorunlu göç esnasında hayatlarını kaybeden Ermenilerin sayısının 57 bin kadar olduğu vurgulanmakta ve bunun da çoğunluğunun, sağlık hizmetlerinin yeterli olmaması yüzünden meydana geldiği ifade edilmektedir. Aynı dönemde, salgın hastalık nedeniyle hayatlarını kaybeden çok sayıda Türk Askeri’nin olduğu da ayrıca belirtildi.

* * *

Dönemi bütün boyutlarıyla yaşayan Mustafa Kemal’in, Sözde Ermeni Soykırımı’yla ilgili olarak, çeşitli nedenlerle ifade ettikleri, konuya aksi iddia edilemeyecek derecede açıklık getirmesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Mustafa Kemal, Nutuk’ta da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere; soykırım iddiası hakkında şunları anlatmaktadır:
Kuşku edilmemek gerekir ki, Ermeni kırımı üzerine söylenen sözler gerçeğe uygun değildir. Tam tersine güney bölgelerinde yabancı kuvvetlerce silahlandırılan Ermeniler, koruyucularından yüz bularak bulundukları yerlerdeki Müslümanlar’a saldırmakta idiler. Öç alma düşüncesiyle her yerde acımasızca öldürme ve yok etme yolunu tutmakta idiler.

Bu hususta gerçek dışı beyanlarda bulunan hainler elbet geçmişte de vardı. Bunlardan birisinin de Damat Ferit Kabinesi’ndeki İçişleri Bakanı Cemal Bey olduğunu tarihimizden öğreniyoruz.
Mustafa Kemal’in bu Hain Bakan hakkındaki eleştirileri de şöyleydi:
Ferit Paşa Kabinesi’nde İçişleri Bakanı sıfatıyla aziz milletimizin bağımsızlık ve geleceğini yok etmeye azimli hainlerden biri olan Cemal Bey, ilk icraatına milletin namus ve tarihini lekelemekle başlamış, İstanbul’daki Türkçe Gazeteleri bırakarak, Gallata’da Fransızca yayınlanan bir gazeteye, yabancı kamuoyunu etkilemek için hain telkinlerde bulunmak üzere, Türkiye’de 800 bin Ermeni katledildiğini açıklamış, Ermeni davasını Paris’teki Bousturyar Paşa’dan daha ateşli bir kalp ile savunurken masum Türk Milleti’nin soyluluğuna çirkin bir iftira lekesi sürmüştür. Erivan’dan tehcir ve doğu illerinin enkaz ve harabesi altında Ermeni mezalimi ve ihanetinin kurbanları olan yüzbinlerce Müslüman kardeşimizin iskeletleri ortadayken, Osmanlı Devleti’nin bir bakanı sıfat ve yetkisiyle Fransızca bir gazeteye, tamamı kayd ile, 800 bin Ermeni’nin katledildiğini açıklayan bu akılsız, vicdansız bakan, bu sözleri ile Paris’te çalışan Büyük Ermenistan kurma hayallerine hizmet etmiş ve hiç kuşkusuz bu hizmet ile ödülsüz kalmamıştır.
Ulu Önder bir başka açıklamasında Ermeniler’in Maraş’ta yaptıklarına atıfla:
Maraş’taki o acıklı olay bu yüzden meydana gelmişti. Yabancı kuvvetlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makinalı tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman kentini yerle bir etmişlerdi. Binlerce güçsüz ve günahsız ana ve çocukları tepeleyip yok etmişlerdi. Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu yırtıcılığı yapanlar Ermeniler’di. Müslümanlar ancak namuslarını ve yaşamlarını korumak kaygısıyla karşı koymuşlar ve savunmada bulunmuşlardı’ şeklinde anlatımda bulunmaktadır.

Mustafa Kemal’in bir başka açıklamasında ise:
Adana ili içindeki Müslümanlar,tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermeniler’in süngü baskısı altında, her dakika ölüm tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Canını ve bağımsızlığını korumaktan başka bir şey istemeyen Müslümanlar’a karşı uygulanan bu kıyım ve yok etme politikası, uygar insanlığın dikkatini çekecek, acıma duygularını uyandıracak nitelikte iken, olayların tam tersini ileri sürmek ve bundan vazgeçilmesini istemek gibi bir davranışa nasıl güvenilebilirdi?’ diye ifadelerde bulunuyor.

* * *

Sözü uzatmanın anlamı yok. Gerçekler gün gibi ortada. Üstelik bunlar Ermeni tarihçiler tarafından da doğrulanıyor.
Emperyalistlerin amacı başka. Dertleri, doğu vilayetlerimizin bir kısmının dahil edileceği bağımsız bir Ermenistan kurmak. Tezgahı tertipleyen güç ABD. Bunun için akla gelmedik her yolu deniyorlar. Sözlerinde samimi değiller.
Son örnek oldukça ilginçtir. Başkan Obama’nın Türkiye ziyareti sürerken; vermeye çalıştığı dostluk, kardeşlik, barış vb mesajlarının aksine, doğduğu yer olan ABD’nin Hawaii Eyaleti’nin Temsilciler Meclisi Sözde Ermeni Soykırımı’nı tanıdı.
ABD, Türkiye’yi bölmek için alenen yapamadığını, çeşitli yollarla yapıyor. Bir ülkede; içeriden satın aldığı hain ve işbirlikçileri, yeri geldiğinde, arkası sıkılmış ördek yavrusu gibi öttürüp, çaktırmadan ABD menfaatlerine hizmet ettiriyor.
Son gelişmelere bakar mısınız?
Erivan’da yapılan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Toplantısı’na Türkiye’den katılım olup/olmayacağı önce basından bir sır gibi saklanıyor. Yurtdışında bulunan Dışişleri Bakanımız, son dakikada koşar adım gidip, anılan toplantıya katılıyor. Aynı hızla ve de aynı gün Ankara’ya dönüp Azerbaycan Milletvekillerini makamında kabul ediyor. Onlara verilen mesaj ise; ‘Türkiye, Azerbaycan’a rağmen Ermenistan Sınırı’nı açmaz…’ şeklinde.
Doğrusunu söylemek gerekirse; bunu pek inandırıcı bulmadığımı belirtmeliyim.
Çünkü, Obama, ‘Komşularla diyalog kurmak ve iyi geçinmek gerekir…’ diyecek, AKP ve Zihniyeti iktidarı da bunun üzerine balıklama atlamayacak!
Siz öyle zannediyorsanız; emin olun yanılıyorsunuz!
Bekleyip göreceğiz.
Elbette komşularımızla iyi ilişkiler kurmak, karşılıklı dostane çabalar göstermek, birbirimizin haklarına karşı saygılı olmak, ürettiklerimizi karşılıklı olarak pazarlamak, vb gibi hususları, her çağdaş toplum gibi biz de arzu ederiz. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!
Ancak bunu, ABD’nin istek ve talimatlarına göre değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Onurlu Dış Politikası’nın gereklerine göre yapmamız gerekir.
……
Atatürkçü Gençler olarak; Sözde Ermeni Soykırımı iddiası saçmalığının gerçek yüzünü, ulaşılabilinen herkese anlatmalı, Türk Ulusu’nun bu konudaki doğruya bir an evvel kavuşmasına çalışmalıyız.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

20 Nisan 2009 Pazartesi

23 NİSAN 1920’DEN
GÜNÜMÜZE

Türk Milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur.
Bu devletin dayandığı esaslar Tam Bağımsızlık ve Kayıtsız Şartsız
Milli Egemenlikten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu
Milli Egemenliktir. Milletin Kayıtsız Şartsız Egemenliğidir...
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Bu yazımı Milli Egemenlik Haftası münasebetiyle hazırladım. Çok zor şartlarla kurulan TBMM’nin bugün geldiği noktaya dikkat çekmek istedim. Bölücü terör örgütünün siyasi uzantısının Meclis’e girmiş olduğu Meclis çatısı altında bile açıkça söylenirken; başta Meclis’in değerli üyeleri olmak üzere; hiç kimselerin bir şeyler yapmıyor, hatta yapamıyor olması, inanın çoğunluğunuz gibi, benim de içimi acıtıyor. Hal böyle olunca da; 89 yıllık süreçte yaşananlar ile bugün gelinen noktayı, bir kez daha, okurların dikkatine sunmak istedim.
….
23 Nisan 1920 tarihi, Milli Mücadele sürecinde çok önemli bir mihenk taşıdır.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıkışının ardından sırasıyla Amasya, Erzurum ve Sivas’a gitmiş ve Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde, en öne çıkan unsur olarak da Egemenliğin Ulus’ta olduğu vurgusunu yapmıştır.
Buradaki derin anlamı, Mustafa Kemal’in, ‘Ulus’u, yine Ulus’un gücü kurtaracaktır. Tek bir egemenlik vardır, o da Ulusal Egemenliktir’ sözünde bulabiliriz.
Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal, yanındakilerle birlikte, Sivas’tan Ankara’ya doğru hareket etmiş ve 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya ulaşmıştır. Ulusal Mücadele artık Ankara’dan sürdürülmektedir. Mustafa Kemal, ilk iş olarak, İstanbul hükümetinin teslimiyetçi anlayışı karşısında yeni bir Meclis’in kurulması zorunluluğunu görmüş ve yayınladığı bir bildiriyle, Türk Ulusu’nun, kendi bölgelerinden seçecekleri milletvekillerinin Ankara’da toplanmasını istemiştir.
Milletvekilleri, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanmış ve böylelikle ilk Millet Meclisi kurulmuştur. Meclis’in ilk işi Türk Ulusu’nun Egemenliği’ni ilan etmesi olmuştur. Böylelikle de; 23 Nisan Ulusal Egemenlik Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Daha sonra; yasama ve yürütme yetkisini haiz olan Meclis, yaptığı bir toplantıda Mustafa Kemal’i Meclis Başkanlığı’na seçmiştir.
Meclis çalışmaları yoğun bir tempoyla devam ederken; bir yandan da Ulusal Kurtuluş Savaşı bütün hızı ile sürmektedir. Nihayet, hepimizin de bildiği gibi, emperyalizme karşı sürdürülen bu savaştan büyük bir zafer kazanılarak çıkılmıştır.
Savaşın zaferle taçlandırılmasından bir müddet sonra, 23 Nisan 1924 tarihinde, Mustafa Kemal 23 Nisan gününün bir bayram günü olarak kutlanmasına karar vermiştir.
Bu olayın üzerinden 5 yıl kadar bir zaman geçtikten sonra, 23 Nisan 1929 tarihinde de, Mustafa Kemal, 23 Nisan Bayramını çocuklara armağan etmiştir. Böylesine çocuklara armağan edilmiş bir başka bayram dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmamaktadır.
Ulusal Egemenliğimizin bütün dünyaya ilan edildiği 23 Nisan günü, 23 Nisan 1929 tarihinden bu yana, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaktadır.

* * *

Mustafa Kemal’in, uzun uğraşlar vererek mükemmel bir mücadele neticesinde kurulmasını sağladığı Türkiye Cumhuriyeti, dünyada bir ilk olma özelliğini de taşır. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti; Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş bir Cumhuriyet’tir. Cumhuriyetimizden bahsedilirken bu husus özellikle belirtilmelidir. Zira, dünya yüzünde kurulmuş başka cumhuriyet idareleri de vardır. Bir-kaç örnek vermek gerekirse; ilk etapta, İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti(Sosyalist bir Cumhuriyettir…) ve ABD(Federal bir Cumhuriyet’tir) akla gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, bu itibarla dünyada tek olma özelliğini korumaktadır.
Ancak, özellikle 10 Kasım 1938 saat 09.06’dan itibaren işin şekli biraz değişmeye başlamıştır.
Ulusal Çıkarların yerini kişisel menfaat ve siyasi hırsların aldığı uygulama ve söylemler, adeta ihanetin başlangıcı olarak kabul edilen bu tarihten itibaren, sıkça görülmektedir.
Çok partili sistem ve 1950’li yıllar ve Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı, işin iyice zıvanadan çıkmasına neden olmuştur.
1960’ın ardından 1970 ve 1980’ler çalkantılı dönemler olarak tarihteki yerini almıştır.
Sonuçta bugünlere gelinmiş ve Türkiye’nin yönetimi, üzerinde hala tartışmaların sürdüğü seçimler neticesinde, ‘Ne demekmiş; -Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir?, Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır-’ diyen bir başbakan olan RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümetine teslim edilmiştir.
* * *

Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Kısaca söylemek gerekirse; Bugün Ulusal Egemenlik ifadesi, sadece kağıt üzerinde vardır. Türkiye dışarıdan yönetilmeye başlanılmış, ABD ve güdümündeki AB’nin direktif ve talimatları emir telakki edilir olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, ABD ve AB’nin dayatmalarına teslim edilmiş, teslimiyetçi bir anlayışla yönetilmeye başlanmış ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait değerler ile Laik Cumhuriyet’in Erdemleri’nin yok edilmesi için, gizli veya açık her yöntem denenmiştir. Halen de denenmeye devam edilmektedir.
Atatürk Türkiye’si, dinci, yobaz, gerici ve çağdışı bir Zihniyet’in dayatmaları ile Dini Esaslara dayalı bir devlete doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Toplumdan gelebilecek tepkinin dozunun azaltabilmek için de; ABD’de tezgahlandığı şekliyle bir ILIMLI İSLAM modeli yaratılmıştır.
Asırlardır dininin gereğini yerine getirmeye gayret gösteren insanımıza dayatılan ILIMLI İSLAM saçmalığı, kafaların iyiden iyiye karışmasına yol açmıştır. Zaten amaçlanmış olan da budur.
Türk Ulusu, gözlerinin önünde olup/biten bütün kepazelikler karşısında, maalesef sadece seyirci gibi olanları izlemekle yetinir olmuştur. Yapılan miting ve gösteriler ile salon toplantıları, kişisel tutkuların tatmini amaçlı çabalardan öteye geçememektedir. Toplumun, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri etrafında kenetlenmesi ve bu uğurda ortak mücadele verebilmesi maalesef sağlanamamıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Düşünceleri, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve Atatürk Aydınlanması ifadeleri sıkça dillendiriliyor olmasına karşın; gerçek Atatürkçüler’in en büyük zaaflarından birisi olan ‘Bir araya Gelememe’ hususu, maalesef halen aşılamamıştır.
Toplumun üzerinde bir vurdumduymazlık ve adamsendecilik duygusu, adeta ölü toprağı misali bir örtü halini almıştır. Bir türlü ‘Ben’ demekten, ‘Biz’ demeye geçilememiştir.
Sanki, karşı devrimcilerin arayıp da bulamadığı, adeta ellerine altın tepsiyle sunulmuştur. Tepkisizlik, kişisel hakları arayamama, maalesef Vatan’a Sahip Çıkamama’ya dönüştü dense yeridir.
Atatürk’ün, ‘Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur…’ şeklindeki ifadesi, sanki bugünler bilinerek söylenmiştir.

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

1 Nisan 2009 Çarşamba

YAKUP SATAR
(MİLLİ MÜCADELE KAHRAMANI,
ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI GAZİSİ)
(1894 - 2008)
Aramızdan ayrılışının 1. yıldönümü anısına


1894 yılında Kırım’da dünyaya gelen ve sonra ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç ederek Eskişehir’e yerleşen Yakup SATAR Dede’yi, kızımın öğrenciliği münasebetiyle Eskişehir’de yaşadığım bir dönemde tanıdım ve ellerinden öpme şerefine ulaştım. Aramızdan ayrılışının birinci yıldönümüne denk gelen bugünlerde, bu yazıyla kendisini bir kez daha hatırlayalım istedim…
Yakup Dede, Balkan Savaşları’na katılmış, Bağdat ve Basra cephelerinde savaşmıştır. Uzun sayılabilecek bir süre İngiliz esaretinde yaşadıktan sonra ve çok güç şartlarda ülkesine dönebilmiştir.
Bu döneme ilişkin bir anısını kendisinden dinleyelim:
Basra’da şiddetli geçen çarpışmaların ardından esir düştük. Epey bir zaman geçtikten sonra esir değişimi olacağını duyduk. Ben de o değişimden yararlandım ve İstanbul’a gönderildim. Kara yolu tehlikeli olduğu için deniz yoluyla geldik. Yolculuk bir aya yakın sürdü.
İstanbul’a geldiğimde; başkentin işgal edildiğini gördüm. Her taraf İngiliz ve Yunan bayraklarıyla doluydu. Düşman gemileri boğazda bir aşağı-bir yukarı dolaşıp duruyordu. Sanki yabancı bir şehre gelmiştik. Günlerce hiç kimse bize sahip çıkmadı. Aç kaldık, sokakta yattık. Memleketimize gidebileceğimiz vasıta dahi bulamadık. Bütün başvurduğumuz resmi kapılar, yüzümüze kapanıyordu. İstanbul’a bir haller olmuştu. Herkesler birbirinden çekiniyor, korkuyor ve bunun için de tedirgin davranıyordu.
Eskişehir’e gitmek için mecburen yaya olarak yola çıktık. Uzunca bir süre yürüdükten sonra, Adapazarı’na ulaştık. Ancak buralar düşman tarafından sahiplenilmişti. Yunanlar, Eskişehir’e gitmemize izin vermiyorlardı. Bu çok ağrıma gidiyordu. Vatanımda, bir yerden bir başka yere gidebilmem için işgalci düşman izin vermiyordu. Bu, kurşun yarasından bile daha ağır geldi bana.
Sonunda, diğer düşmanımız İngilizler olaya müdahale ettiler. Kendilerinin esaretinden geldiğimizi söylediler. Yunanlara durumu anlattılar ve nihayet Bilecik üzerinden Eskişehir’e ulaşabildik. Artık vatanımıza gelmiştim. Dünyalar benimdi sanki. Ancak, Mustafa Kemal ve askerleri düşmanla savaş halindeydiler.
Benim gibi başka arkadaşlar da vardı. Birlikte gidip, ilgili yerlere başvurduk ve hemen Mustafa Kemal’in ordusuna katılmak istediğimizi bildirdik.
Esaretten geldiğimi ve kolumun da henüz yeterince iyileşmediğini öne sürerek, bana üç ay izin verdiler. Diğer arkadaşların durumu ne oldu bilemiyorum.
Üç ay sonra orduya geri döndüm. Çok mutlu oldum.

* * *

Eskişehir’e döndükten bir müddet sonra, önce Kuvay-ı Milliye’ye, sonra da Mustafa Kemal’in düzenli ordusuna katılan ve siperde bulunduğu bir sırada Mustafa Kemal ile karşılaşma şansına sahip olan Yakup Dede, 1. ve 2. İnönü Savaşları, Sakarya Savaşı ve Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ne de iştirak etmiştir.
Muhtemel ki bu muharebe esnasında ve siperde olduğu bir sırada Mustafa Kemal ile olan karşılaşmasını da şöyle anlatmaktadır Yakup Dede:
Savaş hali bile olsa; Komutanlarımız, zamanla en uç noktadaki nöbet yerine kadar gelirlerdi. Bunu nöbet tutan her asker bilir. Bu bize büyük bir savaşma gücü verirdi. Komutanlarımızın her an yanımızda olduğunu bilmenin gücü ve güveni.
Siperde nöbet tutuyordum. Bir an bir hareketlenme oldu ve komutanlarımızdan birinin yanıma kadar sokulduğunu hissettim sanki. Kafamı hafiften o tarafa çevirdiğimde; gecenin yarı ışığının ziyasında Mustafa Kemal Paşa’yı gördüm. Yanıma kadar gelmişti. İçimi öyle bir heyecan kapladı ki. Tarifi imkansız.
Paşa:
-Adın ne asker! dedi.
-Yakup, Paşa’m! dedim.
-Yakup! Etrafta neler görüyorsun anlat bakalım? diye emir verdi.
Ben de:
-Sağ tarafta şu var, sol tarafta bu var, karşıda da şunlar var Paşa’m! diyerek, görebildiklerimi saydım. Aslında çok şeyler söyledim de; olayın heyecanıyla bu kadarını hatırlayabiliyorum. Bugün bile halen aynı heyecanı duyuyorum.
Sonra sırtımı okşadı. Ve:
-Asker! Silahınıza, cephanenize iyi sahip çıkın. Boşa mermi harcamayın! dedi ve ayrıldı.
Bu, bütün ömrüm boyunca hiç unutmadığım ve her aklıma geldiğinde çok gururlandığım bir anımdır. Hatırladığımda; aç isem doyduğumu, üşümüş isem ısındığımı, korkuyorsam, cesaretlendiğimi hissederim sanki.

* * *

O, Büyük Taarruz’un her anını yaşayan ve Yunan askerini Ege Denizi’ne dökülünceye dek kovalayan mehmetçiklerden birisidir.
Ordumuz’un İzmir’e giriş anından sonra İzmir’e ulaşanlar arasında bulunan Yakup Dede, düşmanın denize dökülüp de; Kordon’daki Hükümet Binası’na Türk Bayrağı’nın çekildiğini görünce; duygularını yaşlı gözlerle ve ancak, ‘Sanki yeniden doğmuş gibi oldum’ şeklinde anlatabilmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Eskişehir’deki ailesinin yanına dönen Yakup Dede, evlenmiş ve geçimini sağlayabilmek için de; Bakkallık yapmaya başlamıştır. Soy adı kanunu çıkınca da; bakkallık yapıyor olmasından dolayı ‘SATAR’ soy adını almıştır.
Devlet’in, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı olan kurumlarının görevlilerince sıkça ziyaret edilen ve hemen her türlü ihtiyacı karşılanan Yakup SATAR, anılarını anlatarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kolay kurulmadığını, düşmanın Vatan topraklarından, çok büyük bedeller ödenerek temizlenebildiğini ifade ederek, Gençler’e, Vatan’ın ve Laik Cumhuriyet’in kıymetini bilmeleri ve bu değerleri, canları pahasına bile olsa, korumaları gerektiğini salık vermektedir.
2 Nisan 2008 tarihinde ve 114 yaşında iken, ebediyete intikal etmek üzere, aramızdan ayrılan ve Şehitlik Mertebesi’ne ulaşan Yakup SATAR’ı ve şahsında bütün Kahraman, Gazi ve Şehitlerimizi bir kez daha saygı ile anıyorum.
Sevgili Yakup SATAR Dede, huzur içinde uyu, ruhun şad olsun…
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi