28 Kasım 2008 Cuma

‘ATATÜRK PULU KALMADI’

Geçenlerde bir dernek toplantısında karşılaştığım bir abimiz, PTT’ye mektup atmaya gittiğinde, özellikle Atatürk Pulu istediğini ve olmadığını da öğrenince çok üzüldüğünü anlattı.
Olay ilgimi çekti. Bir gün, önünden geçmekte olduğum sırada bir PTT Merkezi’ne girdim ve Atatürk Pulu sordum. Cevap, ‘Kalmadı Efendim’ şeklindeydi. Ne zaman bittiğini ve yakınlarda gelir mi diye sorduğumda; ‘Uzun zamandır yok. Ne zaman gelir onu da bilemiyorum’ diye söyledi görevli memur.
Konu gittikçe daha da ilginçleşiyordu. Ne zaman bir PTT’nin önünden geçsem; üşenmiyor ve içeri girip, ‘Atatürk Pulu var mı?’ diye soruyorum. Aldığım cevaplar aşağı yukarı aynı, ‘Kalmadı Efendim’. Birkaç arkadaşıma rica ettim. Onlar da Atatürk Pulu sormaya başladılar. Gelen cevaplar, bana verilenlerle aynıydı.
PTT’nin bazı görevlilerinin, ‘Resmi Pul isterseniz var efendim’ diye cevap verdiğine şahit oldum. Arkadaşlarıma da böyle cevaplar verildiği olmuş. Ancak, takdir edersiniz ki; arkadaşınıza göndereceğiniz mektubunuza Resmi Pul yapıştıramazsınız.
Değerli Dostlar,
Sizlerden de rica edeyim. Herhangi bir PTT’nin önünden geçerken, içeriye girip, ‘Atatürk Pulu var mı?’ diye soruverin lütfen. Bakalım sizler ne cevap alacaksınız.
Bugüne kadar benim ve bazı dostlarımın yaptığı küçük çalışmalarla ciddi sayıda PTT’ye ulaşıldı. Cevapların hemen tamamı aynı. Umarım, sizlerin yapacağı araştırmalardan farklı cevaplar gelir de; yüreğimize biraz su serpilir. Ümidim yok ya…!
Sonuç hakkında birbirimizi bilgilendirebilirsek; isabetli olur. Hatta, araştırma sonuçlarını paylaşmak da oldukça yararlı olabilir.
* * *
Olay; AKP ve Zihniyeti kadrolaşmasının tipik bir uygulamasıdır. Bugüne kadar böyle bir gariplik duymamıştım. Ancak, vatandaşlarımızı yanıltan husus; zamanla hükümetin, muhalefetten bile daha Atatürkçü söylemlerde bulunmasıdır.
O halde bir bakalım neler oluyor?
AKP ve Zihniyeti hükümeti, konu Atatürkçü söylemler olduğunda; mangalda kül bırakmıyor ve esip, gürlüyor. Öte yandan, Atatürk ve O’na ait değerlerin, bir şekilde yok edilmesi, küçük düşürülmek istenmesi konusunda kılını kıpırdatmıyor. Hele, Atatürk İlke ve Devrimleri hakkında yalan yanlış bilgilerin yayılması, son olarak da ‘Mustafa’ gibi, gerçekle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir filmin yapılması hakkında hiç ses çıkarmıyor. Olanlar karşısında duyarsızlar ve en küçük bir tepki dahi vermiyorlar.
PTT Genel Müdürlüğü, bazı özel kurye ve mektup taşıyıcısı şirketleri saymazsak; posta konusunda tekel durumunda olan bir kamu kuruluşudur. Başında, mevcut siyasi iradenin atadığı bir Genel Müdür var. Bu muhterem, zamanla televizyon kanallarına çıkıp, hizmetlerini öve öve bitiremiyor.
İyi hoş da sayın Genel Müdür; adama, ‘PTT’lerde neden Atatürk Pulu bulunmuyor?’ diye sormazlar mı?. Buna ne söyleyeceksiniz? ‘Hadise münferittir. Gerçekte böyle bir husus yoktur’ diye geçiştirecek misiniz?
Böyle bir açıklama gelirse; siz de şunu bilin ki; bu palavraları yutmuyoruz!

* * *
Olup bitenlerin elbet bir açıklaması var.
Bugüne değin sıkça söylediğim gibi; Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları hakkında gençlere doğru bilgi aktarılmaması için önemli gayretler gösteriliyor. Tarihini bilmeyenler işin başına geçirilip, yalan yanlış bilgiler öylesine servis ediliyor ki; duyunca kulaklarınıza inanamıyorsunuz. Amaçları, gençlerimizde Atatürkçü Görüş oluşmasını önlemek ve Atatürk Milliyetçiliği’ni yok edebilmektir.
Görüldüğü kadarıyla; Emperyalist güçlerin Türkiye için fazla bir şey yapmasına gerek yok. Çünkü, bizdekiler yapılacak olanı yeterince ve de fazlasıyla yapıyor.
O kadar çok örnek verilebilir ki; hangisini sayayım. Hepiniz çevrenize baktığınızda onlarca, yüzlerce örneği görebilme imkanına sahipsiniz.
PTT’lerde Atatürk Pulu olmaması, onca örneğin sadece bir tanesidir.
Bu yazım birilerinin eline geçtiğinde, belki hemen PTT Merkez ve Şubelerine, hatta acentelerine kadar Atatürk Pulu dağıtma vb gibi gayretlere girişilecektir. Ama bu onların içindeki karartıyı beyazlatmaz. Olay unutulmaya başlayınca; yapacaklarını yine yaparlar.
Ancak, burada görev biz Atatürk Gençliği’ne düşüyor.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ne sıkıca sarılıp, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni sonsuza değin, inatla ve ısrarla korumayı göze almalıyız.
Bu konuda; Atatürkçü Düşünce rehberimizdir, ışığımızdır.
CENGİZ ÖNAL
http://www.cengizonal.blogspot.com/

27 Kasım 2008 Perşembe

SABİT ÜCRET İADESİ

Son günlerde Türk Telekom’un Sabit Ücret İadesi haberleri ayyuka çıktı. Özellikle sanal ortamda yayılan ve ban göre de aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı.
Türk Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş. İnternet haberlerine göre; hemen başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı olarak 820.-YTL’yi alıyorsunuz.
Yaklaşık yirmi gün kadar önceydi. Olay yeniden dikkatimi çekti. Gidip yerinde incelemek istedim. TÜKODER’in bir şubesine gittim. Büroda genç bir hanımla orta yaşlı bir bey vardı. Arkamdan birkaç kişi daha geldi.
Sıkıntımızı söyleyince; görevli genç hanım açıklamaya başladı. Açıklamada, son aya ilişkin sabit telefonunuzun faturasını veriyorsunuz, TÜKODER yetkilileri size bir form dolduruyorlar. Karşılığında da, eğer yanınızda varsa(bunu özellikle belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar.
Peki sonra ne yapıyorsunuz?
O kısmı da şöyle: Doldurulan belge ile bulunduğunuz ilçenin Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Buradan çıkacak sonucu(kararın genellikle lehinize çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyorlar) Türk Telekom’a bildireceklerini ve sizin de gidip söz konusu parayı alacağınızı söylüyorlar. Ancak, Türk Telekom’un bir üst mahkeme olan Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve buradan aleyhinize karar çıkması halinde de; Türk Telekom’a 140.-YTL civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da hatırlatıyorlar. Bütün söylenenler bu…
Görevlinin yaptığı açıklamanın ardından;
-Kazanılmış olduğu söylenen davaya karşılık, Türk Telekom’dan Sabit Ücret iadesi alan var mı?
-Geriye doğru neden on yıllık bir ücret ödeniyor? Örneğin Yirmi, yirmibeş yıllık aboneliği olanlar ne olacak?
-Ferdi başvuru mümkün değil mi? Neden resmi bir misyonu olmayan TÜKODER’e başvuruluyor?

gibi sorular sorduğumda; görevlilerin yüzleri biraz değişmeye başlıyor.
* * *
Kısaca şunu söylemeliyim;
İki yıl kadar önceydi. Ulus Gazetesi’nde olduğum yıllarda, bu konu bir ara yine gündemdeydi. İlgimi çekti ve görüşlerine başvurduğum yerlerden toparlayabildiğim bilgileri Gazete ilgililerine vererek gerekli başvuruyu yapmalarını önermiştim. Yaptılar. Arkasından kısa bir süre sonra Türk Telekom da cevabı yapıştırıverdi.
Beykoz’daki işçinin kazandığı söylenen dava işe yaramadı. Türk Telekom da bir üst mahkemede açtığı davadan bahsederek, alınan ücretlerin, sabit telefon hatlarının sürekli çalışır tutulabilmesi için yapılan masrafların karşılığı vb gibi bir sürü gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye de böyle bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı.
Sonuçta, Gazetenin avukatları da olayı biraz inceledikten sonra, bildiğim kadarıyla olayın takibinden vazgeçilmişti. Eğer devam edilseydi; Gazete adına kayıtlı bir sürü sabit telefon vardı. İadeten alınacak para da çok olabilirdi. Buna karşın olay takipsiz bırakıldı gibi hatırlıyorum.
* * *
Bu olaydan belki beş yıl kadar önce aynı tarzdaki haberler cep telefonları için yayılmıştı. Aynı firmaya ait üç adet telefon aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım, soruşturdum ve sonuçta Tüketici Mahkemeleri’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra da; olayın takibinden vazgeçtim.
Neden mi? Anlatayım; Elinizdeki Tüketici Hakları Hakem Heyeti kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne başvuruyorsunuz. Diyelim ki üç veya beş ay sonra davayı kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve karşı tarafın gayrimenkulünün bulunduğu bir yer tespit ederek ve oradaki İcra Müdürlüğü’ne başvuruyorsunuz. Karşı taraf itiraz ediyor, siz inatla ve haklı olarak ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor, sabırla yapılmasını bekliyorsunuz. Hesabın yanlış olduğu konusunda daha üst mahkemelere başvuruluyor, yeniden bilirkişi tayini isteniyor, arkasından başka bir duruşma vs vs.
Adaletin gerçekleşmesine sabrımın ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle vazgeçtim. Karşı tarafın imkanları, benimkine göre sınırsız sayılır. Ben, olayı avukat tutmadan götürmeye çalışmak isterken; karşı taraf avukatlar ordusunu seferber edecekti. Çünkü, bir davayı kaybetmesi halinde kasasından çıkacak para çok olacaktı. Bunun için de gerekeni yapacaktı.
* * *
Geçmişte yaşadığım bu tecrübeleri hatırlayarak; bugünlerde çok yaygın olan Türk Telekom hakkında çıkarılan haberlere önce itibar etmemiştim. Fakat, internette dolaşan ifadelerde öylesine keskinlik vardı ki; ben bile gidip araştırma ihtiyacı duydum. Yine aynı manzara çıktı karşıma. Bu sefer ki tek fark; ilk başvuruyu, isteğe bağlı belli bir ücretle, resmi olmasa bile TÜKODER’e yapıyor olmanızdı. Vatandaşlarımız, adı geçen Derneğin doldurduğu formun içeriğini bilmediği için; kendileri doğrudan Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne gitmiyorlar.
Hukukçu olanlar bu konuları daha iyi ifade eder ama, söz konusu formun kalıplarına sıkışıp kalmanın bir anlamı yok diye düşünüyorum. Başvuruda bulunmak isteyen herkes, usulüne uygun dilekçesini yazar ve gidip, Kaymakamlık’taki Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurusunu yapar.
Amacım, herhangi bir kurum, kuruluş ve kişi yada kişileri karalamak, zan altında bırakmak veya gereksiz yere savunmak da değil. Dilimin döndüğünce yaşadığım olayı anlatmaya çalıştım. Vatandaşlarımızın kafasının karışık olduğu bir konuya, geçmişte yaşadığım tecrübe itibariyle açıklık getirmek istedim.
Ancak, eğer tüketicinin böyle bir hakkı varsa; küçük bir yasal düzenlemeyle bunun ödenmesine çalışılır. Mesele o kadar basit. Neden bazı dernek ve kururluşlar kendisine paye çıkarıyorlar ki?
Kısa yazmaya kararlıydım ama en kısası bu kadar oldu. Kararı herkes kendisi vermelidir. Ancak, bir gerçek var ki; olay internette dolaştığı kadar basit ve de kolay değil… Ayrıca bugün başvuruda bulun, yarın veya öbür gün, hatta birkaç gün sonra git paranı al. Yok öyle bir şey. İnanmamanızı öneririm…
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com

21 Kasım 2008 Cuma

LAİK CUMHURİYET’İN
DEĞERLİ ÖĞRETMENLERİ’NE

Hayatımda bir çok değeri borçlu olduğum öğretmenlerimin ve dolaysıyla da; emeklisi, çalışanı bütün Öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum.
Gönül isterdi ki; yazıma öğretmenlerimizle ilgili oldukça güzel haberler ve gelişmelerden bahsederek başlayayım. Ama, böylesi bir şans asla elime geçmedi. Bu gidişle de; geçebileceğini pek sanmıyorum. Ülkenin, uzun yıllardan buyana, ehil olmayan kişiler tarafından yönetilmesi bunun tek ve temel nedenidir.
* * *
Sevgili Öğretmenlerimiz,
Bizleri yetiştirirken eminiz ki bir çok fedakarlıkta bulundunuz. Nice sıkıntılara göğüs gerdiniz. Onca yaşadıklarınıza karşın; bir gün de, ‘Açım, üşüdüm, hastayım vs’ demediniz. Sanki ağzınıza kilit vurdunuz. Zor şartlar altında, ‘Off!’ demeden, her öğrencinizin bütün sıkıntılarına eğildiniz.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ni, genç beyinlere anlatmak ve Onları Türkiye Cumhuriyeti için yetiştirebilmek en büyük ideallerinizdi. Ama, bugünkü sonuca baktığım zaman, bir bilseniz ki içimden neler söylemek geliyor.
Siz, bugünkü duruma düşürülmeye asla layık değilsiniz. Aslında yeriniz başımızın üzeridir. Ama, maalesef, Atatürkçü Düşünce karşıtları tarafından bu şartları yaşamak zorunda bırakılıyorsunuz. Bunları oluşturan, yani Atatürk ve O’na ait değerleri yok etmek ve dolaysıyla da Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortaçağ Karanlığı’na sürüklemek isteyen Gerici, Yobaz ve Dinciler(Dini her türlü menfaatleri için kullananlar) geçmişte vardı ve gelecekte de olacaktır. Bunların üstesinden gelmenin tek yolu Atatürk Aydınlanmasını ve Türk Devrimlerini Türk Ulusu’na anlatmaktır.
* * *
Milli Mücadele ve daha sonraki yıllara baktığımızda; Atatürk’ün, Öğretmenlere ne büyük değer verdiği açıktır. ‘Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir’ sözü bunu tespit eden örneklerden sadece birisidir. O, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yoğun ortamında bile ilgisini Öğretmenler üzerinden bir an eksik etmemiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Kütahya-Eskişehir civarında bütün şiddetiyle sürdüğü 1921 yılı Temmuz ayının ortalarında; Öğretmenler Kongresi’nin Ankara’da toplanması kararlaştırılmıştı. Savaşın bütün azametine karşılık Ankara’da da oldukça yoğun çalışmalar yapılmaktaydı.
Bu yoğun temponun içinde, bir gün, Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi
(TANRIÖVER) Bey ile Öğretmenler Derneği Başkanı Mazhar Müfit(KANSU) Bey, Meclis Başkanı Mustafa Kemal’i, Meclis’teki odasında ziyarete gelirler.
Hamdullah Suphi Bey,
(-Fazla vaktinizi almayacağız) diyerek, sözünü,
(-Mazhar Müfit Beyin başkanı olduğu Öğretmenler Derneği birkaç gün sonra Ankara’da toplanacak. İki yüzden fazla öğretmenin de bu toplantıya katılması bekleniyor. Fakat Fevzi Paşa’yı dinleyince tereddüte düştük. Savaşın yoğun olduğu bir sırada böyle geniş bir toplantı size ayak bağı olabilir. Uygun görürseniz erteleyelim) diye bitirerek, durumu kısaca arz eder.
Mustafa Kemal, (-Hayır, hayır ertelemeyin!) diyerek öneriye karşı çıkar ve (-Cahillikle, ilkellikle savaş, düşmanla savaştan daha az önemli değildir. Toplantıya katılacağım ve bir de konuşma yapacağım) şeklinde ifade eder görüşünü’.
Savaşın zaferle sonuçlanmasının ardından Cumhuriyet’in ilanı gerçekleşir. Bu süreçte, Atatürk düşüncelerini arkadaşlarıyla, bilim ve edebiyat adamlarıyla her fırsatta konuşur ve tartışır. Çünkü, Türk Ulusu için eğitimin ne denli önemli olduğu ortadadır. Asırlardır cahil bırakılmış insanımız, bu karanlığın içinden sadece eğitilerek çıkartılabilir.
* * *
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Atatürk Öğretmenlerin görev ve sorumluluklarını bulduğu her fırsatta dile getirir. Öylesine ki; Cumhuriyet’i sonsuzluğa taşıyacak Türk Gençliği’ni yetiştirme sorumluluğunun öğretmenlerde olduğunu belirtirken:
Öğretmenler! Cumhuriyet’in özverili Öğretmen ve Eğiticileri’ni sizler yetiştireceksiniz. Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve özverinizin derecesi ile uyumlu bulunacaktır. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki; Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller ister’ der.
Ne acıdır ki; Atatürk’ün aramızdan ayrılışının ardından kısa bir süre sonra, ülkeyi yöneten siyasi iradenin ilk olumsuz faaliyetlerini maalesef eğitim üzerinde görürüz. Köy Enstitüleri’nin kapatılması bunun açık bir kanıtıdır.
Çağdaş Eğitim’in hiçbir gereğine yeterince ilgi gösterilmezken; bıraksanız medrese eğitimini yeniden uygulamaya koyabilecek siyasi hırs, maalesef Atatürk Aydınlanması ve Türk Devrimleri konusunda arzulanan mesafeyi kat edememiş olan Türk Ulusu’nun bir kesiminden destek de görür.
* * *
Laik Cumhuriyet’in Değerli Öğretmenleri, Sizin, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na olan inanç ve bağlılığınızdan asla şüphemiz yoktur. Ancak, Devlet’te hızla dinci kadrolaşma yapılıyor, bir kısım branşlardaki öğretmenlerimiz atama beklerken, sözleşmeli öğretmen uygulamasıyla, mevcut siyasi zihniyete uygun gençlerin eğitim ordusuna yerleştirilmesi sağlanıyor olsa da; Siz, Laik Cumhuriyet’in Öğretmenleri yılmadan ve Atatürkçü Düşünce karşıtlarına aldırmadan, kararlı bir şekilde Türk Gençliği’ni yetiştirmeye devam etmelisiniz.
Atatürk’ün;
Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin zaferleriniz için yalnızca ortam hazırlar. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız ve sürdüreceksiniz. Kesinlikle de başarılı olacaksınız. Öğretmen, ödülünü yıllar sonra alır’ ifadesi sizin için rehber olmalıdır.
Cumhuriyet’in emanet edildiği Türk Gençliği, Sizi, asla unutmayacaktır!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

9 Kasım 2008 Pazar

ATA’M
NASIL SÖYLESEM BİLMEM Kİ?

Aramızdan ayrıldığından buyan tam 70 koca yıl geçti. Bu süreyi boşa geçirdik sayılır. Yarattığın bütün değerler, kurulmasına öncülük ettiğin Cumhuriyetin temel kuruluşları bu dönemde bertaraf edildi. Hemen her şeyimiz bu sürede yok oldu.
Her sene Sizi saygıyla andık anmasına ama, bir yandan da düşüncelerinize sahip çıkamadık. Öğretilerinizin önemini kavrayamadık. Onları bizden sonra gelenlere aktarmada başarısız olduk. Tıpkı, bizlere emanet ettiğiniz nice değerleri yeterince koruyamadığımız gibi.
Vefatınızın ardından, Vatanımıza göz dikenler, bizi içten çökertmek için ellerinden geleni yapmaktan çekinmediler. Öncelikle, içeriden bulabildikleri hainler ve işbirlikçilerin desteğini de sağladılar. Yani ağacın içinde oluşturdukları kurtçukların, ağacı içten kemirmesini hedeflediler. Bu gün için de bu gayretlerin sürdürüldüğü görülmektedir.
Siz ve Düşünceleriniz, dolaysıyla da Atatürk Milliyetçiliği, Türk Ulusu’nun egemenliğine dayalı Laik, Demokratik, Çağdaş, Sosyal ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyen hain ve işbirlikçilerin önündeki ve de korktukları yegane güçsünüz.
Ulu Önder ATATÜRK!
Hiç şüpheniz olmasın ki; Laik Cumhuriyet’in bütün nimetlerinden yararlanmak istedik. Ancak, karşımıza çıkarılanlar ona gereği gibi sahip çıkmamıza izin vermedi. Genç beyinleri, bir yığın gereksiz bilgilerle doldurup, Gençliğin ilgi alanlarını başka yönlere çektiler. Gerçekleri öğrenmemizi bir şekilde engellediler.
Sizin döneminizde de var olan gericiler, yobazlar, dinciler, kısacası karşı devrimcilerin bugünkü nesli, maalesef yine dedeleri gibi iş başındalar. Türk Ulusu’nun saf ve temiz duygularını kullanarak, kendilerini din kisvesi altında kamufle etmeyi başarıyorlar.
Tıpkı Milli Mücadele yıllarında, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve savaş sonrası dönemlerde olduğu gibi; bugün için de emperyalist ülkelerin desteğini arkalarına aldılar.
İslam Dini’ni pervasızca ve utanmadan, sıkılmadan, Allah korkusundan yoksun bir şekilde kullanarak Sizi Deccal bile ilan etme cüretini gösterdiler. Gizliden gizliye ve sinsice Size ait bütün değerleri yok etmeye çalıştılar. Bu iğrenç gayretlerine halen devam ediyorlar. Yasalarda, çoğunlukla onların lehine düzenlemeler yapıldığı için, elden pek fazla bir şey de gelmiyor.
Amaçlarına ulaşmak için, din kisvesi altında denemedikleri yöntem kalmadı. Ellerine geçen gücü, her alanda ustaca kullandılar. Devletin bütün organlarına fütursuzca yerleştiler. Konu Atatürk İlke ve Devrimleri olduğunda; bir yerlerden korkularına, her türlü şaklabanlığı yapıp, çeşitli takiyyeler sergilediler. Ama, çekildikleri siperlerinde boş durmadılar. Sindikleri kovuklarından asla geri gitmediler. Sadece bir süre için görünmez oldular.
Ata’m!
Cumhuriyet’in ilanının ardından, bin bir güçlüklerle kurduğunuz kuruluşlar, yani Laik Cumhuriyet’in Kazanımları birer ikişer, emperyalist sermayeye satıldı. Şeriat sermayesi, İstanbul ve turistik yerler başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözbebeği mekanlarda cirit atmaya başladı.
Ülke’nin itibarını asla düşünmediler. ABD’nin talimatları, AB’nin de tavsiyesini almadan bir iş yapmadıkları bir yana kımıldamadılar bile. Meclis’ten alınan ve Irak’ın Kuzeyi’ndeki bölücü terör örgütüne sınır ötesi operasyon yapılmasıyla ilgili Tezkere’nin ardından; ABD’ye danışmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne gerekli yetkiyi vermediler. Veremediler!
Türk Ulusu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, dünyada var olan itibarını iki paralık ettiler. Cumhuriyet’in Dışişleri Bakanı, Avrupa’nın üç paralık ülkesinin havaalanında saatlerce vize için bekletildi. Buna hiç ses çıkarılmadı. Yabancıların emrine girmeyi maharet sayıp, Anadolu topraklarının ite, uğursuza peşkeş çekilmesine göz yumdular. Ülkenin dört bir yanında yabancı ülke ve şirket bayrakları Türk Bayraklarıyla birlikte sallanıyor.
İş, konuşmaya geldiğinde; mangalda kül bırakmıyorlar. Ancak, eğitimde medrese, hukukta ise mecelle özlemiyle yanıp tutuştukları, Vatandaş yerine Teba, Ulus yerine de Ümmet olma istekleri, her ne kadar inkar etmeye çalışsalar da; her hallerinden belli oluyor. Demokrasi söylemleri falan hepsi boş ve yalan vaatler. Hepsi Biat kültürü özlemi içinde. Bunu gizleme ihtiyacı bile duymuyorlar artık.
Milli üretim sözünü ağızlarına almıyorlar. Üretim adına Ülkenin herhangi bir köşesine çivi çakıldığını duyan ve/veya gören varsa söylesin. Ne mümkün?
Varsa yoksa ithalat. Piyasayı ucuz, kalitesiz ve sağlıksız Çin mallarıyla doldurdular. Dünyanın en borçlu ülkeleri arasında ilk sıralardayız. Çocuklarımızdan vazgeçtik, torunlarımız ve onlarının çocuklarının bile gelecekleri ipotek altına alındı. Üretim olmayınca istihdamdan da bahsetmek mümkün olmuyor tabii. İşsiz sayısı on beş milyona dayandı. Üniversitelerin mezun ettiği gençlerin büyük çoğunluğu sokakta. Satılan kuruluşlardan salıverilen çalışanlar da gençlerin arasında dolaşıyor. Senenin her ayı kahvehaneler hınca hınç dolu.
Anadolu insanı perişanlıktan ne yapacağını bilemez vaziyette. Çiftçi ve köylü tarlasını işleyebilmekten ve neticede üretim yapmaktan çok uzak. Esnafın durumu onlardan da beter. Çalışanlar, maaşlarıyla ayın ilk on gününü bile çıkaramıyorlar. Emekli vatandaşlar, ekonomik krizin etkisi altında boğulmak üzere.
Hak aramak imkansız hale geldi. Adalet mekanizması tıkanmış vaziyette. Mahkemeler yıllarca sürüyor. Bu, insanımızı canından bezdiriyor. Hak aramanın suç sayıldığı karanlık günler yaşanıyor. Ağzını açanı apar topar götürüp, aylarca mahkemeye bile çıkarmadan içeri tıkıyorlar. Ulusumuz, devletine olan güvenini yitirdi bile.
Bursa Nutku ile Gençliğe Hitabe ne denli çok söylense bile yeterli olmuyor. Onuncu Yıl Marşı gece gündüz dillerimizden düşmüyor. Ama, görüyoruz ki; kuru kuruya marş söylemek yeterli değil. Hırslarımıza yenilmemiz neticesinde; zorunlu hale gelen birlik ve beraberliği sağlayamıyoruz. Onun için de yeniden dirilemiyoruz.
Aziz ATATÜRK!
Biliyorum ki; bütün yaşadıklarımızı biliyor ve görüyorsunuz. En azından ruhunuzun bizimle birlikte olduğunun farkındayım. Ama, bunları Size olanca samimiyetimle anlatmak istedim. Bu, kuru kuruya bir yakınmadan ziyade; bir iç döküş, bir dert yanmadır. Sizinle böyle konuştukça geçici bile olsa, rahatladığımı, huzur bulduğumu hissediyorum.
Aydınlarımızın yazdıkları yeterince okunmadı, konuştukları dinlenmedi. İnsanlar, bunlara kafa yorma zahmetine katlanamadılar. Kolaycılığa kaçıp, başkalarının söyledikleri sanal sözlere inandılar. Dedikoduların peşinde koşturdular. Bu, onlara daha çekici geldi. Çünkü anlamak için emek ve beyin gücü harcamaları gerekmedi.
Söylemesi zor ama; Türk Ulusu’nun, muasır medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi için ateşlediğiniz meşale, maalesef Sizin yaktığınızla kaldı.
Devrimler, Çağdaşlaşma, Aydınlanma ve Milli Kalkınma hiç kimsenin umurunda bile değil.
Kültürel yozlaşmışlık, toplumun bir kısım bireylerini sele düşmüş ağaç dalları gibi sürükleyip götürmeye başladı. Ulusal Televizyon kanallarındaki, kimin eli kimin neresinde olduğu belli olmayan, toplumun temel ahlaki değer ölçüleriyle uyumsuz ve kültür namına hiçbir değeri olmayan vıcık vıcık diziler, ülke gerçeklerinden çok daha fazla rağbet görmeye başladı.
Size ait gerçekler yalan dolanla anlatılarak, Türk Ulusu’nun gönlündeki yeriniz zedelenmeye ve gözündeki değeriniz de düşürülmeye çalışılıyor. Son günlere yapılan ‘Mustafa’ filmi de buna çok isabetli bir örnektir. Fazla söze ne gerek!
Sevgili Ata’m!
Bunları Size anlattığım için beni hoş görmenizi isterim. Çünkü, böylesi yakınmalarda bulunmak yerine, bütün saymaya çalıştığım olumsuzlukları engellemek bize verdiğin ödevlerin başında geliyor. Henüz, görevimizi tam anlamıyla yapamamış olmamızın sıkıntılarıyla bunları dile getirmeye çalıştım. Sizden bu gerçekleri saklayamazdım. Zaten Anıtkabir’de manevi huzurunuza çıktığımızda; yüzümüzden her şeyi okuyor, hislerimizi de anlıyorsunuz. Gizlemenin ne anlamı var ki?
Bütün olup/bitenlere ve yaşadıklarımıza karşın; bu yıl da Sizi sevgi, minnet, özlem ve saygıyla anıyoruz. Bundan sonraki yıllarda da anmaya devam edeceğiz.
Türk Ulusu olarak; sayenizde nice güçlüklerin ve sıkıntıların üstesinden geldik. Elbet bunları da aşacağız. Arkamızdan gelen gençliğin içinde oldukça umut verenlerin bulunduğu görülebiliyor. Onlarla da gereken temas sağlamaya çalışacağız. Tarihin gerçeklerini öğrenmelerine yardımcı olacağız.
Bütün ümitlerimiz Gençlikte!
Anlatmaya çalıştıklarım Sizi endişede bırakmasın. Mücadelemiz, son Atatürkçü toprağa düşünceye kadar sürdürülecektir. Bundan emin olabilirsiniz.
Ruhunuz şad olsun Ata’m! Huzur içinde uyuyun!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

8 Kasım 2008 Cumartesi

BÜLENT ECEVİT
ANISINA


Türk Siyasi Hayatı’nın duayeni ve eski Başbakanlardan Bülent ECEVİT aramızdan ayrılalı iki yıl oldu.
Zaman ne kadar da çabuk geçti. İki yıl önce büyük bir kalabalığın oluşturduğu kortej, Ankara’nın ayazında saatlerce yürümüş ve Ecevit’i Devlet Mezarlığında defnetmişti. O günlerde de duygularımı kaleme almış ve oldukça hüzünlü ifadelerin yer aldığı bir yazı yazmıştım.
Benim yaşımda olanlar, her ne kadar 1965’li yıllarda Bülent Ecevit adını duymuş olsalar bile; 1974 yılındaki seçimler, Onu daha yakından tanıma fırsatını verdi bizlere.
Meydanlardaki ateşli söylemleri, sergilediği dürüst siyasetçi tavrı, cana yakınlığı, insana pozitif enerji vermesi, açık sözlülüğü, kararlılığı ve daha bir çok özelliği, biz o dönemin gençlerini adeta siyasete ısındırmaya sebep oldu. Bunda Ecevit’in büyük katkısı vardır.
Seçimlerin ardından hükümeti kurması ve kısa bir süre sonra da Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapması, Ecevit’i Türk Ulusu’nun gözünde siyasi bir idol konumuna getirdi.
Siyaset ve demokrasi hayatımızda kendisini hemen fark ettiren erdemleri, Ecevit’i ender devlet adamlarımızdan birisi olarak nitelendirmemizi sağladı.
Bugünlere baktığımızda; Onun ortaya koyduğu siyasi tavır ve karakterinin ne denli büyük olduğu daha net olarak anlaşılıyor.
Her ne kadar hayatının son yıllarında meydana gelen ve diğer siyasi partilerin de büyük payı olan bir kısım siyasi çekişmeler, Türk Ulusu’nun görmek istemediği manzaraların doğmasına ve siyasetçiye olan güvenin sarsılmasına yol açmış olsa bile; Ecevit’in aramızdan ayrılışı ile son 40-50 yılın önemli devlet adamlarından birisi yitirilmiştir.
Siyaset ve demokrasi hayatımızda önemli bir yer edinen Bülent Ecevit, siyasette ahlak ve dürüstlüğün önderi olmuştur. İlkelerinden asla ödün vermeksizin demokrasi mücadelesinde başarıların altına imzasını atmıştır.
Küçük hesaplar peşinden koşarak, siyasi rant sağlama amacını gütmemiş ve gazeteciliğinin de verdiği destekle, siyasi faaliyetlerinde olabildiğince açık ve şeffaf olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarları söz konusu olduğunda; ödün vermeyen bir siyaset izlemiş, özellikle de dış güçlerin önünde takındığı kararlı tavrı sayesinde Ulusumuzun onurunu zedeleyebilecek hareketlerden şiddetle kaçınmıştır.
Asla basit hesaplar yapmamış, tam aksine Türk Ulusu’nun menfaatlerini sürekli olarak ön planda tutmaya çalışmıştır.
Yarım asırlık siyasi hayatında, gerçek bir Türk Aydını kişiliğiyle; çiftçisinden sanayicisine, işçisinden işverenine, öğrencisinden profesörüne, ustasından sanatçısına, memurundan emeklisine ve gencinden yaşlısına kadar her kesimi kucaklayabilme başarısını göstermiştir.
Anlatmaya çalıştığım yönleri itibariyle, dönemin gençliğinin siyaseti sevmesini sağlamış, dolaysıyla da kitlelerin siyasete sıcak yaklaşmasına neden olmuştur.
Hayatının bildiğimiz yanlarıyla, bütün ömrü boyunca İnsanlık ve Barış için yaşamış, bunun için de sürekli gayretler göstermiştir.
Siyasete saygınlık getirmiş, konuşma adabında ve siyasi davranışında asla terbiyesini bozmamış, siyasi hırsı ve menfaati uğruna incitici olmamış, ancak, gerçekleri söylemekten ve onları ortaya çıkarmak için aykırı davrananların üzerine gitmekten de geri durmamıştır.
Elbette bizlerin bilmediği, belki de asla öğrenme şansı olamayacağı ve kendisinin de memnun kalmadığı yanları olabilir. Ama, eğer varsa bile bu yönlerini siyasi hayatına ve davranışlarına yansıtmamıştır. Kendini, Türk Ulusu’nun hizmetine adamış ve bugün yaşananların aksine, siyasi gücünü kullanarak, servet edinme hevesi peşinde koşmamıştır.
Türk Ulusu’na ayrı bir sevgi ve saygı benimsemiş, bulduğu her fırsatta halkın arasına karışarak, onlarla sohbette bulunmaya, sorunlarını yakından ve de kendilerinden dinlemeye gayret etmiştir.
Cenazesine gösterilen yoğun ilgi, Türk Ulusu’nun ona bağlılığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Siyasette de hep bu saygıyı görmüş ve bu saygı ile de aramızdan ayrılmıştır.
Tarihi gerçekleri yalan dolanla anlatmanın böylesine prim yaptığı günümüzde, belki Bülent Ecevit hakkında da abuk subuk sözler söyleyenler vardır. Böylelerine henüz rastlamadım ama, şöyle bir etrafımıza baksak, bu insancıkları belki de hemen yakınımızda görebileceğiz. Kim bilir?
Böyle de olsa; Ecevit, Siyaset ve Demokrasi yaşantımızda kendini kanıtlamış ve Cumhuriyeti tarihimizin altın sayfalarında hak ettiği yeri de almıştır.
Bülent Ecevit, Cumhuriyet Tarihimiz’de, bir siyaset adamında bulunması gereken, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanç ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlılığı, insancıllığı, çağdaşlığı, barışçıllığı, uzlaştırıcılığı, birleştiriciliği, adalet anlayışı, tarafsızlığı, dürüstlüğü, vatanseverliği ve daha birçok erdemi taşıyan bir devlet adamıydı.
Onu, bir kez daha saygıyla anıyor ve Ruhu şad olsun diyorum.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonal.tarakcioglu.blogspot.com

3 Kasım 2008 Pazartesi

ATATÜRK VE DİN

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki; Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır’.
Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa’ filmi Türk Ulusu’nun izlemesine sunulalı henüz bir hafta kadar oldu. Film vizyona girmeden önce bir kısım dostlarla yaptığımız sohbetlerde de dile getirdiğim gibi; bu yapım, emperyalistlerin ve işbirlikçi hainlerin ortaya koyduğu bir tezgahtır. Diğer bir ifadeyle, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Türk Ulusu’nun gözünde küçültme gayretinden başka bir şey değildir. Psikolojik bir sindirme, yıpratma hareketidir.
Film hakkında, ilk günden beri yapılmakta olan eleştirileri büyük bir dikkat ve titizlikle izleyip, okudum. Yazılanların büyük çoğunluğunun altına ben de; hiç tereddüt etmeden, imzamı koyarım. Ancak, bazı sapkın zihniyetler var ki; onları burada dile getirmeye gerek bile yok. Onların, dinci kılıflar içinde, kimlere hizmet ettikleri belli.
Atatürk’ü Türk Ulusu’nun gözünde küçültme gayretlerinin, karşı devrimciler tarafından tezgahlandığı, dışarıdan büyük cesaret ve güç sağladıkları gibi, içerdeki işbirlikçi ve hainlerden de destek gördükleri apaçık ortadadır. Bunu, bir kısım televizyon kanallarında yapılan yorumlar ile bazı haber programlarında, kendisine sanatçı süsü vermiş, aslında sanatçı bozuntuları olan bir kısım zavallıların konuşmalarını bir kez daha kanıtlıyor.
Karşı Devrimcilerin yapmak istedikleri, Atatürk’ü İslam Dini karşıtı, din düşmanı gibi göstermektir. Böylelikle de; Atatürk Milliyetçiliği’nin önü kesilmek istenmektedir. Halbuki; gerçek bunun tam aksidir. Onun için, ben de bu yazımı Atatürk ve Din başlığı adıyla kaleme aldım.
Atatürk ve Din konusu insanlarımızın öteden beri kafalarını meşgul eden önemli bir husustur. Vatandaşlarımız, bu konuyla ilgili olarak hiç kimselere rahatça içini açıp da konuşamamanın sıkıntısını yaşamışlar, halen de yaşıyorlar. Bir kısım çevrelerce uydurulup, bilgi ve belge iddiasıyla ortaya atılan saçma sapan fikirler de, kafaları iyiden iyiye karıştırıyor.
Yapılacak olan açık ve basittir: Atatürk İlke ve Devrimleri’ni yeterince anlayabilmek ve neticesinde de Atatürk ve Düşüncesi’ni benimseyebilmek, bugün için daha çok önem arz etmektedir.
Atatürk’ün; ‘Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir’ özdeyişi, bu itibarla çok önemlidir.
Bu, zannedildiği gibi zor değildir. Bütün dünya milletlerince, milenyumun Lideri olarak seçilen Atatürk’ün; Türk Ulusu tarafından halen yeterince anlaşılamıyor olmasının nedenlerini, biraz da kendimizde aramalıyız. Halbuki; bu konuda uzmanlarınca yazılmış öylesine çok eser var ki. Kolaylıkla temin edilip, okunabilir.
Konumuzun esası, Atatürk’ü anlamanın yanı sıra; dinci kesimin oyunlarını boşa çıkarabilmek için Atatürk ve Din konusunu da anlatabilmektir.
Atatürk ve Din denildiğinde, ilk akla gelen ya da gelmesi gereken; Atatürk’ün İslam Dini karşıtı olmadığıdır. Bilakis, O, hiçbir zaman İslam Dini’ne ve inanca karşı olmamıştır. Olması da düşünülemez. Din hakkındaki;
Türk milleti dindar olmalıdır yani, bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Din şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor’ ifadesi her şeyi açıkça anlatmıyor mu?
Ayrıca; İlk Meclis çalışmaları esnasında, Cuma günleri, hep birlikte önce Hacıbayram Camisi(Ulus-ANKARA)’ne Cuma namazına gidilir, sonra Meclis’e gelinirdi. Tarihte buna ilişkin açık kayıtlar mevcuttur. Yine ilk Meclis’te, Anadolu’nun dört bir yanından milletvekili seçilip, Ankara’ya gelmiş olan Din Adamları vardır. İlk akla gelenler:
Amasya müftüleri; Hacı Tevfik Efendi ve Abdurrahman Kamil Efendi, Denizli Müftüsü; Ahmet Hulusi Efendi, Ankara Müftüsü; Mehmet Rifat Efendi,
gibi daha bir çok değerli şahsiyet buna iyi bir örnektir. Bununla birlikte; onca yoğun çalışmanın içinde; O’nun, Elmalılı Hamdi Yazır’dan, Kur’an’ın, Türkçe Meali’ni hazırlamasını istemesi ve bunu yaptırması hepimizce bilinen bir başka gerçektir. Örnekler daha da çoğaltılabilir.
Atatürk’ün karşı olduğu;
-Dini siyasal forma sokmak ve politik düşünce haline getirmek isteyenler,
-Din üzerinden herhangi bir şekilde rant sağlama sevdasına düşen aciz kişilikli insancıklar,
-Dini, tarikat adıyla karanlık ve izbe bir dünya içine hapsetmeye çalışanlar,
-Yani kısacası, dini her türlü menfaati için kullanmaya çalışan gericiler, yobazlar, dinciler ve din baronlarıdır
.
Atatürk, Türk Ulusu’nun dini inanışlarına her zaman saygılı olmuştur. Dinin, Ulusumuz için ulvi bir duygu olduğu gerçeğini asla göz ardı etmemiştir. O, halkını seven insanın, onun inanışlarına da saygılı olması gerektiğine inanan büyük bir liderdir. Dolaysıyla da; İslam Dini’ni, Kur’an gerçeklerinden ayırıp, gelenek dini şekline sokmaya çalışan ve din üzerinden rant sağlama derdine düşen dincilerin, gericilerin, yobazların ve din baronlarının ısrarla karşısında olmuştur.
O’nun;
Yalnız başıma kalsam da gericileri yine cezalandırırım. Dini siyaset aracı yapmayınız’ şeklinde dile getirdiği sözleri, malum kesime duyduğu tepkinin ölçüsü bakımından oldukça anlamlıdır.
Atatürk, bütün bunlara karşın; Din’in, asla devletin temel esası, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Din Devleti olamayacağını bilecek kadar da çağdaş ve ileri görüşlü bir Lider’dir. Bu düşüncesini; Laiklik ilkesiyle teminat altına almıştır. Yani, Din ayrıdır, Devlet işleri ayrıdır. Laikliğin temelini oluşturan da budur.
Cumhuriyet’in kurulduğu günden buyana, Mustafa Kemal Atatürk’ü İslam Dini’ne karşıymış ve Müslüman Türk İnsanı’nın ibadetini engellemek istemiş gibi göstermek isteyenler ve Türkiye Cumhuriyeti’ni şeriat devletine dönüştürmek amacıyla her türlü çirkin oyunu sergilemekten kaçınmayanlar bilmeliler ki; biz Atatürk Gençliği var olduğumuz sürece, bu dinci, yobaz ve gerici tayfasının hain emellerine ulaşmaları asla mümkün olamayacaktır!
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com