28 Ekim 2008 Salı

CUMHURİYET
‘Nereden, Nereye?’


Dünya üzerinde Cumhuriyet Rejimi’yle yönetilen bir sürü ülke var. Yeryüzünün değişik bölgelerinde bulunan bu ülkelerin Cumhuriyet Rejimleri arasında; elbette farklılıklar var.
Örneğin:
İran, bir İslam Cumhuriyeti’dir.
Çin, Sosyalist bir Halk Cumhuriyeti’dir.
ABD ise; Federal bir Cumhuriyet’tir.
Ancak, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele kapsamında gerçekleştirdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı neticesinde kurduğu Türkiye Cumhuriyeti; Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş bir Cumhuriyet’tir.
Mustafa Kemal’in, ‘En Büyük Eserimdir!’ diye tanımladığı Cumhuriyet Rejimimiz; öteden beri bizlere hep ‘Türkiye Cumhuriyeti’ diye kuru bir ifadeyle söylenmiş, ancak, dünyada bir başka benzeri dahi olmayan eşsiz nitelikleri anlatılmamış, yada yavan bir anlatımla geçiştirilmiştir.
Halbuki; Türkiye Cumhuriyeti anlatılırken; ‘Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkeleri’ nitelikleri mutlaka ifade edilmelidir. Bu nitelikler, Türkiye Cumhuriyeti’ni diğer cumhuriyetlerden farklı ve üstün kılan belirgin özelliklerinin en başında gelmektedir. Bu olmazsa olmaz nitelikler, her defasında mutlaka dile getirilmeli ki; en azından, Atatürk Gençlik, Türkiye Cumhuriyeti’ni eksik olarak öğrenmesin.
Bu ifadelerden hareketle; Ulus Gazetesi’nde Yazı İşleri Müdürü olarak görev yaptığım sürede ve Cumhuriyetin kuruluşunun 84. yılını kutladığımız 29 Ekim 2007 tarihinden itibaren yayınlanmak amacıyla;

Cumhuriyet’e nasıl gelindi? Cumhuriyet’in içine düşürüldüğü sıkıntılar ve Cumhuriyet’in erdemleri nelerdir?, ardından da; AKP ve Zihniyeti’nin Cumhuriyeti götürmek istediği hedef neresidir?

başlıklı bir yazı dizisini, konunun önemine duyduğumuz saygının gereği ve okurlarımıza bilginin, belge niteliğinde ve en doğru bir şekilde anlatılıp, sunulabilmesi amacıyla; sahasında birer uzman olan değerli bilim adamlarımız;
Prof. Dr. Sina AKŞİN (Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi),
Prof. Dr. Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU (Başkent Üniv. Öğretim Üyesi),
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ (Başkent Üniv. Öğretim Üyesi, ATAMER Başkanı)’un
katılımlarıyla hazırlamış ve yayınlamıştık.
Bu çalışmayı arşivimden bulup çıkarttım ve Cumhuriyet’in Kuruluşu’nun 85. yılında, siz değerli okurlara bir kez daha sunmayı, ulusal bir görev olarak kabul ettim. Dolaysıyla da; biraz uzun olmakla beraber, aşağıda bu çalışmanın, uzmanlarının ağzından çıktığı şekliyle orijinal halini bulacaksınız.
* * *
Cengiz ÖNAL(Ulus Gazetesi, o dönemki Yazı İşleri Müdürü): Efendim, bugün için, gizli ve/veya açık, Cumhuriyet’e yönelik saldırılar malum. Sokaktaki insanımızın tedirginliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Söylenildiği gibi Cumhuriyet gerçekten tehlikede altında mı?
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ: Hayır efendim! Öncelikle belirtmeliyim ki; Türkiye Cumhuriyeti hiçbir tehlike altında değildir. Olamaz da! Birkaç haddini bilmezin sağda, solda densizce ettiği lafların bir tehlike oluşturması mümkün değildir. Bizim Cumhuriyetimiz, ne İslami, ne de sosyalist bir cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti, Laik, Demokratik çatı üzerine kurulmuştur. Tabii bunun arkasında Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk vardır.
Özellikle modern dünyanın kurulmasında rehber niteliğindeki Fransız tarihini ve tüm dünya tarihini iyi bilen ve bu bilgilerden, Cumhuriyeti kurarken yararlanan bir bilge insan, Atatürk, ‘En Büyük Eserimdir!’ dediği Cumhuriyet’in arkasındadır.
Prof. Dr. Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Cumhuriyet için tehlikeden falan bahsetmek tamamen boş şeylerdir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak çok güçtür. Aslına bakarsanız, Cumhuriyeti yıkmak isteyen çevreler, eskiden Marksist geçinen -geçinen kelimesini vurguluyorum- çevrelerdir. Bu muhterem zatlar, bugün inanılmaz biçimde Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ne dayalı Cumhuriyete karşıdırlar. Amaçları, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaktır. Öncelikle, Atatürk’ün kurmuş olduğu Cumhuriyeti milletin kafasında bulanık hale getirmeye çalışıyorlar. Laik Cumhuriyet’e olan sağlam inancı ortadan kaldırma gayretindeler. Başarmaları çok zordur. Hatta imkansızdır! Halbuki, göremedikleri çok önemli bir ayrıntı, Cumhuriyet’in büyük bir erdemi var. Bunu kısaca ifade etmek gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti, ‘Kimsesizlerin kimsesidir’.
Bir de tabii, Cumhuriyet derken, Cumhurbaşkanı’nın, Cumhur’un başkanı olması gerektiğinin de altını çizmek gerekir. Mesela 11. Cumhurbaşkanı, ‘Cumhur’un başkanı’ olduğunu iddia ediyor. Ben, Cumhur’un bir üyesi olarak, Cumhurbaşkanı’na, ‘Hangi Cumhur’un?’ diye sormak istiyorum. Eğer Cumhur’un başkanıysanız; o halde Cumhuriyetin yasal, kutsal devrimlerine neden riayet etmiyorsunuz?
Şurası düşündürücüdür; 11. Cumhurbaşkanı’nın sergilediği tavır ve davranışları esas aldığımıza; Çankaya’nın kurallarına göre nasıl yaşayacağız? Sayın Cumhurbaşkanı’na sorarım, türban sorununu nasıl aşacağız?
Hafız Esad’ın eşi geldiğinde verilen yemekte ve gazilere, şehitlere verilen iftar yemeğinde Çankaya’da türban meşrulaştırıldı. Açıkça görülüyor ki; bu adamların niyeti başka.
Bununla birlikte; bir kısım insanlarımız Cumhuriyeti numaralandırma argümanıyla da karşımıza çıkıyorlar. ‘Efendim o halde biz Fransa’daki gibi Cumhuriyeti numaralandırdık’ deme noktasındalar. Ama şunu bilmiyorlar ki, Fransa’da Cumhuriyet 1789 ruhuyla yola çıkılan Fransız devrimlerini daha ileriye götürebilmek için numaralandırıldı.
Ünsal YAVUZ: Fransa’da beş tane Cumhuriyet var. Ama beşinciye geçilirken, birinciden ödün verilmedi. Altıncısı bile kurulsa, birinciden ödün verilmeyecek. Fransa’da Halk, üzerinde yükseldiği, laiklik ve demokrasiye sahip çıktı. Halen de çıkmaya devam ediyor.
Cengiz ÖNAL: Bu dediğiniz kesim aslında Türkiye’de ‘İkinci Cumhuriyetçiler’ olarak adlandırılanlar öyle değil mi? Size göre, bunların planı nedir? Ne yapmak, nereye varmak amacındalar? Bu konuyu biraz daha açmak istersek neler söylersiniz?
Prof. Dr. Sina AKŞİN: Bu ikinci Cumhuriyetçiler, Cumhuriyet’e dair redlerini 1923’e kadar götürüyorlar. ‘Çok partili seçim sistemiyle başa gelen iktidar, demokratik değildir, dolayısıyla reddedilmesi lazım’ görüşündeler. Mete Tuncay, bunu çok güzel ifade etti: ‘Atatürk’le Kenan Evren arasında çok fark yoktur. Zira, Atatürk de Evren de orduyla başa gelmiştir. Ancak Atatürk daha yakışıklı ve zekidir'. İşte bu adamların savunduğu tez bu.
Onların öngördüğü Cumhuriyet sonsuz demokrasi çerçevesinde dönecek. Onlara bıraksanız, sistemden halifelik çıkar, şeriat çıkar. Bunlar yurtdışı gören, burjuva aydınları. O yüzden AB yanlısıdırlar. Biraz demokrat, çağcıl, modern olmanın gereği AB yanlısı olmak, manda ve yönetimini savunmak. Demek ki bunlar bağımsızlığı da reddediyorlar.
Cengiz ÖNAL: Bu noktada, İkinci Cumhuriyetçilerin amaçları, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesine Dayalı Cumhuriyeti, orasından, burasında çekiştirerek sulandırmak ve dolaysıyla da Türk Ulusu’nun gözündeki itibarını zedelemeye çalışmak mıdır? Geçmişte de buna benzer gayretler olmamış mıdır?
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Tabii, ama bu karşılaştırmayı yapmadan önce 1920’leri de iyi değerlendirmek lazım.
1924 Anayasası’nı ortaya koyduğu zaman Atatürk’teki literatürü görüyorsunuz. Ulu Önder, bir defa tüm dünya siyasi tarihini hafızasına kaydetmiş. Bunun dışında akademik literatürü takip eden bir insan. Bir defa, J.J. Roussou’yu, Voltaire’i, Fransızca’sından okumuş. Sonra bunları okumakla yetinmiyor. Kendi yorumlarını da getiriyor. Muazzam bir öngörüye sahip. Mesela; Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi ve Hukuk Fakültesi’ni kurdu, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bugünkü, çağdaş biçimini kazandırdı. Zira geleceğin öğretim kurumlarına önem vermekte yaptığının bilicindeydi. Dünya şampiyonasında, final oynayan bir stranç ustası gibi adeta. Bilgi birikimi ve kıvrak zekasıyla, 20, 30 adım sonrasını görebilen, her bir kareye ona göre basan bir deha. Aynı Beethoven’ın 9. Senfoni’yi kafasında yazması gibi o da kafasında Cumhuriyeti oluşturuyor. İşte, Atatürk’ün çağdaşlarından farkı da bu zaten.
Lord Curzon, Atatürk hakkındaki konuşmasının birinde ‘Yapacak fazla bir şey yoktu. Tarihte öyle birine çattık ki; aynı zamanda asker, aynı zamanda diplomat, aynı zamanda öğretmen, aynı zamanda siyasetçi’ diyor.
Ünsal YAVUZ: Beyler konu buralara gelmişken; size, öncelikle, Namık Kemal ve Ali Suavi gibi şahsiyetleri anlatmak istiyorum.
Bizler bunları ‘şiirle biliyoruz’. Halbuki bu adamların düşünür özelliği de var. Bu insanlar, bütün bu vatan, memleket fikirlerini gizliden gizliye ülkeye sokuyor. Atatürk de bu adamlardan besleniyor. Bakın size bir şey söyleyeyim; Atatürk, Bulgaristan’da askeri ateşeyken; ‘Elime bir güç geçerse; Saltanı kaldıracağım, Latin harfleri gelecek, Cumhuriyeti kuracağım, halkın egemenliğini sağlayacağım’ diyor. Cumhuriyet Atatürk için bir milat, ne kadar idealist ve fikirlerine bağlı. Öyle değil mi?
Bir örnek daha vermek gerekirse; 2 Eylül 1925’teki Çankırı-Kastamonu gezisi dönüşünde, Mazhar Müfit’i çağırır, ‘Nerde kalmıştık?’ deyiverir. Bunu, Atatürk’ün kafasında oluşturduğu sentezin ne kadar güçlü olduğunu belirtmek için söylüyorum.
Cengiz ÖNAL: Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk için bir tutkudur öyle değil mi?
Ünsal YAVUZ: Elbette! 1215 Magna Carta’dan 1793 İnsan Hakları Bildirgesi’ne kadar dünyanın yönetsel anlamda geldiği yerdir Cumhuriyet.
Kısaca söylemek gerekirse; Cumhuriyet, insanın kendi kendini yönetmesidir. Bakın, emperyalist devletlere karşı verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı, sadece 3 yıl sürdü. Ancak, modern bir devlet yapısını, yani Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak on beş yıl sürmüş. Hala da sürüyor. Gerçi, toplumun eğitim düzeyi ve kültürel altyapısının da bu felsefeye uygun hale gelmesi zaman alıyor. Ama, evrensel değerleri olmayan bir toplumda, haliyle 600 yıllık gelenekselmiş yapıyı, biat kültürünü kırmak o kadar da kolay değil.
Cengiz ÖNAL: Maalesef, ümmetçilik ve teba kalma zihniyetine duyulan özlem halen devam ediyor değil mi?
Ünsal YAVUZ: Evet! İşte bu yüzden ULUS Gazetesi’nin yeniden hayata geçmesi daha bir anlam kazanıyor. ‘Adımız Andımızdır’ şiarı burada ağırlığını koyuyor ve bugünkü ortamda anlamını tam manasıyla buluyor. Ulusun logosuna baktığınızda, ULUS adının ardından ilk göze çarpan ‘Adımız Andımızdır’ şiarı ile Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ifadeleridir.
Şimdi bir de Padişah reklamları çıktı. ‘Padişah geliyor’ diye bir halı reklamı yapılıyor, televizyonlarda. Yani bir tarafta ‘Adımız Andımızdır’ şiarı, diğer tarafta, reklam bile olsa, ‘Padişah geliyor’ ifadesi. Dolaysıyla verilmek istenen mesaj oldukça net. Hadi gelsin de görelim bakalım padişah! Bu tosuncuklar, bu aslan bozuntuları, ‘Atatürk’ü nasıl yok eder, padişahlığı nasıl yeniden getiririz’ sevdasındalar. Bunların hepsi oyun, hepsi alıştırma. Söylemeye çalıştıkları; ‘Bizim bu ülkeyi, rejimi sevmeye niyetimiz yok kardeşim’ söyleminden başka hiçbir şey değildir. Peki arkadaş! Beğenmiyorsan çekip gidersin. Seni tutan mı var?
Cengiz ÖNAL: RTE’ye buradan açık çağrı: ‘Beğenmiyorsan çeker gidersin. Kucak açmış bekleşenler çok. Engelleyen mi var?
Ünsal YAVUZ: Başbakan işi Mecelle’ye kadar indirdi.
Sina AKŞİN: Daha garibi de var. Başbakan, resmi Amerika seyahati programına, Şehzade ziyaretini bile koydu. Sıkça dillendirdiği referandumlara insanımızı alıştırarak, işi halifelik, saltanat boyutuna taşımak istiyorlar. Referandum falan, kılıf yani.
Ünsal YAVUZ: O halde ‘bu zat’ Meclis’ten istediklerini çıkaramazsa, ne olacak? Her dakika halka mı gidilecek? Yoksa, amaç iktidarını sağlamlaştırarak tek başına diktatörlüğün temellerini mi atmak?
Sina AKŞİN: Mesela Hitler de demokrasiyi kullanarak diktatörlüğünü kurdu. J.J.Roussou bunu çok güzel özetlemiş. Ruossou, ‘Genel irade vardır, çoğunluk iradesi vardır. İlki makbuldür, toplumu iyiye, güzele götürür. Diğeri içinse bu nitelendirmeleri yapmak mümkün değildir’ diyor.
Halkın AKP’yi getirmesi çoğunluk iradesini ifade eder. Ama bu bizi, iyiye, güzele götürür mü? Genel İrade’yi hiç mi hesaba katmayalım?
Ağanın kullarıyla bizim verdiğimiz oy aynı olabilir mi? Bu çok tartışılır. ‘Ben yaparım olur’ anlayışı doğru değil. İşte o nedenle, çoğunluk iradesi aksıyor.
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Avrupa’da iktidar %50+1 ile iktidar oluyor. Seçmenin içinde en çok oy verenlerin iktidarı; çoğunluğun bile iktidarı değil. AKP bu şekilde iktidara gelip, oturmuştur. Yani, Genel İrade mutlu ve memnun değildir. Sıkıntının en önemli kaynaklarından birisi de budur.
Ünsal YAVUZ: Bundan öncesi daha vahim. %34 ile ben istediğimi yaparım anlayışı vardı. Ama değişen bir şey yok. Muhterem, halen ‘Ben istediğimi yaparım’ diye ısrar ediyor. Esas itibariyle, olay bir oligarşik yapılanmadan, yani bir zümrenin iktidara egemen olmak isteyişinden başka bir şey değildir. Oligarşik bir yapıya giden sistem de demokrasi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Böyle bir zihniyet, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Sina AKŞİN: Bu bir hile. Çok partili sistem farklı, demokrasi ise farklı bir şey. Demokrasi eşitlik ve özgürlüktür.
Ünsal YAVUZ: Nuri Kurtcebe’nin bir karikatürü var, bu konuştuklarımızı tasvir eden: ‘Demokrasi kalkanı var önde, arkada da sakallı, gerici tipler. Kürt Teali ve Teali İslam Cemiyeti var’. Şimdi, bunlar partileşerek Meclis’e girdiler. Hiç devletin yapısıyla, değerleriyle, rejimiyle bağdaşmayan ve sürekli onlara muhalefet eden, karşı duran bir parti, Atatürk’ün Meclisi’nin çatısı altında olur mu?
Elbette ki olmaz! Avrupa’ya bakın, demokrasinin beşiği olarak işaret ettikleri Avrupa’da bu tip partilerin hepsini kapattılar.
Sina AKŞİN: Ama biz kapatınca, yaygarayı koparıyorlar.
Ünsal YAVUZ: Cladia Roth, geldi. Bize demokrasi dersi vermeye kalktı ve gitti. Franco Frattini, Lagendijk keza öyle. Bakın bu demokrasi değil. Demokrasiyi peçe olarak, örtü olarak kullanıyorlar. Halbuki, niyetleri bambaşka.
Sina AKŞİN: Bir defa arkadaşlar; gerçek bir demokrasinizin olması için Anayasa Mahkemenizin adam olması lazım. Necmettin Bey(Erbakan)’in günahı neydi? Amerika’ya karşı diye Refah’ı kapatıyorsun, AKP’yi yaşatıyorsun. İkisi de Laik Cumhuriyet’e karşı tehlike. Ama, niye çifte standart uyguluyorsun?
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Gerçek bir demokraside, hukuk ve yasalar çerçevesinde, yurttaşlığın ne olduğu belirlenmiştir. Yurttaş bu yasalar çerçevesinde kendine tabii olur. Birey ile yurttaş arasında oluşan fark da buradan hasıl olur. Maalesef TBMM’de bazı milletvekilleri, bu ülkenin yurttaşı olduğunu unutarak, sanki başka ülkelerin yurttaşı gibi davranıyorlar.
Bunlara; ‘Bütün olup bitenlere karşı, Milletin Vekili olarak, yabancılar karşısında Ülkenizin haklarını neden korumadınız? Bir dünya insanı olarak, Ermenistan’a karşı Azerbaycan’ın haklarını niye korumadınız?’ diye sormak gerekmez mi? Rusya Federasyonu ezdi geçti, ne Azerbaycan kaldı, ne Gürcistan! Hani demokrasi vardı? AB’den de, AB yanlılarından da ‘Tık’ yok!
Ey benim İkinci Cumhuriyetçi kardeşim! Konuştuğunda mangalda kül bırakmıyorsun. Peki, Kafkasya’daki halkların özgürlüğünü niye gündeme getirmiyorsun? Kafkasya yandı kül oldu, hiç sesin çıkmadı. Rusya’nın yaptığı vahşeti, Irak’taki katliamı neden kınamıyorsun?
Cengiz ÖNAL: Efendim; asıl amacın ne olduğuna bakmak lazım. Emperyalizmin nemalanması, ‘Demokrasi getiriyorum’ çığırtkanlığıyla, çıkarına göre hareket etmesi, değil midir? Bütün bu demokrasi örtüsünün altında yatan ifade tektir: ‘Demokrasi’nin tanımı benim çıkarlarıma, menfaatlerime uygun olarak yapılır. Tanım sana uygunsa; buyurursun. Yoksa beynini oyuncaya kadar -yani çıkarlarıma ulaşıncaya kadar- bu demokrasi narasını kafana sokarım.’ İşte ABD emperyalizminin gerçek yüzünün bir yanı da bu.
Ünsal YAVUZ: Atatürkçülük statik bir düşünce sistemi mi, güncel sorunlara çözüm getirebilme gücü olan bir dinamizm mi? Buna biraz bakalım mı?
Sina AKŞİN: Biz Atatürkçülüğü yeni keşfettik. Kenan Evren’i gördükten sonra anladık Atatürkçülüğün ne demek olduğunu. O Kenan Evren ki, Nadir Nadi’ye ‘Ben Atatürkçü değilim’ dedirtti. Biz Atatürkçülüğü sonradan bulduk aslında.
19 Mayıs 1989’da Muammer Aksoy ve arkadaşlarının Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmasıyla Atatürkçülük bir ideoloji haline geldi.
Şu nokta çok önemli arkadaşlar. Aslında çoğunluk bunu hep gözden kaçırıyor. Nedir bu nokta? ‘Dinciler, Yobazlar ve Gericilerle emperyalistler, siyam ikizleri gibidirler, birbirinden ayrılmaz, birbirlerine bayılırlar...’ Onlar, özellikle Atatürk Milliyetçiliği’ndeki şahlanışı, hareket canlılığını fark ettiler. Yani, kendileri için asıl tehlikeyi gördüler.
12 Eylül Hareketi sonrası ‘bu tehlikeyi bertaraf etmek üzere’, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu gibi aydınlarımızı katlettiler. Çünkü Atatürkçülük bir ideoloji haline gelmişti. 12 Eylül’cüler, bir taraftan Anayasa’ya Atatürk milliyetçiliğini koyarken, diğer taraftan Türk-İslam sentezini de gizliden gizliye yerleştirdiler.
Bakın arkadaşlar, 6 okun hepsi birbirinden değerlidir. Mesela, bir devletçiliği nasıl reddedersiniz? Özellikle küreselleşen dünyada devletçilik şart. Yani, bir tarafta özel kesim olacak, bir tarafta devlet olacak, karma ekonomi olacak. Ama biz ne yapıyoruz? Kamu kesimini tasfiye ediyoruz. Sonra da Ahmet aldı, Mehmet aldı diye seviniyoruz! Ama bunların aldıkları da sonra yabancı ellere geçiyor.
Şimdi Batı kapitalizmi öyle bir güç ki, elde ettikleriyle yetinmeyip, sınırlarımız içindeki tatlı su kaynaklarını, akarsuları ele geçirecekler.
Türk kapitalizmi ancak devletçilik içinde yaşayabilir. Özelleştirme eşittir yabancılaştırma.
Çin’de devletçilik politikası, karma ekonomi hakimdir. Şimdi Rusya da o sisteme geçiyor. Onlar da bizim gibi yaptılar. Her şeyi sattılar ve mahvoldular, çöküş oldu.
Atatürk Afet İnan’la birlikte yazdığı Medeni Bilgiler kitabında ‘En iyi yönetim biçimi demokrasidir’ diyor. İki türlü demokrasi var. Birincisi demokratik hükümdarlık, yani saltanatla bir arada yürüyen meşrutiyet. İkincisi Cumhuriyet. Ama bu ikisinden de en iyisi Cumhuriyet.
Cumhuriyet, demokratik yönetim biçiminin en iyi şekli. O yüzden ‘Demokrat mısın, Cumhuriyetçi misin’ sorunu, sahte bir sorundur. Biri Latinceden, diğeri Yunancadan geliyor. Bu bir nevi Atatürkçü müsün, Kemalist misin türünden suni bir tartışmadır. Yani aynı şunun gibi: Sekülarist misin, Laik misin? Biri İngilizce’den, diğeri de Fransızca’dan geliyor. Maksat kafa karıştırmak.
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Amerika’da Cumhuriyetçiler tutucudur, Demokratlar modern dünyanın insanı olarak bilinirler. Amerika’da biri ilericilik diğeri tutuculuk anlamına geliyor. Ne saçma bir tartışma!
Ünsal YAVUZ: Cumhuriyeti çıkarırsak; demokrasi dahil, hiçbir şey yaşayamaz, merak etmeyin. Demokrasi konusunda Atatürk’ün çağdaşlarına bakın. Onlar dünyayı kasıp kavururken, Atatürk oturmuş Medeni Bilgiler kitabını yazmış ve demokrasiye muhalif cereyanları saptamış.
Bunlar:
1-Bolşeviklik,
2-İhtilalci Sendikalizm,
3-Corporatizm.
Bunlar gelirse toplumun menfaatlerini bozulur’ diyor, Atatürk Medeni Bilgiler kitabında.
Tabii, bir de dinciler ve şoven milliyetçiler var. Bunlar da toplumun huzurunu bozuyor. Milliyetçilik demişken sosyolojik manada milliyetçiliğin birçok türü olabilir. Örneğin Franco vari vardır, Mussolini vari vardır, Hitler vari vardır. Bir de Kemalizm vardır.
Kemalizm üçüncü dünyaya örnek bir milliyetçilik türüdür. İlerici bir milliyetçilik örneğidir, Kemalizm. Yani eski tabirle mukaddesatçı milliyetçilik değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bir arada tutan güç de Atatürk Milliyetçiliğidir.
Bu ülkede insanları Washington’cu, Moskovacı yaptılar ne oldu? Alevi-Sünni ayrımı yaptılar ne oldu? Devlete bir şey oldu mu? Devlet dimdik ayakta. Olan kullanılan piyonlara oldu.
Sonra Özal gibi bir adamı getirdiler. Özal’la Yeşil Hat mı Yeşil Kuşak mı adı her neyse Türk-İslam sentezi gibi tehlikeli bir anlayışı getirdiler. Dindar-dinsiz ayrımını toplumun göbeğine oturttular, 28 Şubat bunu durdurdu, ama tehlike geçmedi.
Türkiye 80-85 yıl önceki Türkiye değil. Bizim Atatürk milliyetçiliği, ütopik bir şey değildir. Gerçeklere ve akla dayanan, toplumu ileriye götüren bir milliyetçiliktir.
Ama bu ülke, önüne suni bir şekilde konulan bugünkü açmazları da aşacak. Ve bundan sonra da bu ülkenin gündemine oturtacakları başka bir şey kalmayacak, ister Atlantik ötesinden gelsin, ister Atlantik kıyısından gelsin fark etmez. Nerden gelirse gelsin, bu ülke dimdik ayakta kalmaya devam edecektir.
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Ama, bunların aşılması da kurumlara bağlı. Bu kurumlar da; ilk akla gelip, sayabileceklerimiz:
1-Türk Silahlı Kuvvetleri,
2-Yargı organları,
3-Üniversiteler,
4-Sendikalar,
5-Siyasi partilerdir.
Ünsal YAVUZ: Hocam, siyasi partilere bağlı diyorsunuz ama, dinci-etnik ayrımcılık yapan bir ideoloji nasıl siyasal parti haline gelip de Meclis’te temsil edilir? Laik yapı ve ülkenin üniter birliği çöktüğü zaman hepimiz altında kalırız. Ama aymazlar, farkında değiller!
Bir de dış ilişkiler faktörü var. ‘Biz Batı’ya ne verdik, Batı bizden ne aldı’ buna bakmak lazım. Dış ilişkilerde mütekabiliyet esastır.
1952’den beri NATO büyük müttefikimiz.1963’te AET’ye başvurduk.
Ne oldu peki?
Dış konjonktürü iyi okumak lazım. 50 yılda 3 darbe, 2 tane darbe girişimi. Bunlar kolay işler ve rahat kaldırılabilecek yükler değil.
Cengiz ÖNAL: Bu dediklerinize katılmamak mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleri, kendini ancak Atatürk Milliyetçiliği’nde bulabilir. Bunun dışındaki, bölücü faaliyetler, dinci akımlar ve kafatasçı milliyetçilik gibi kavramların da bu ülkeye bir şey kazandıracağı yok. Bugüne değin de kazandırmamıştır. 12 Eylül’ün, Atatürk Milliyetçiliğini çok açık ve net biçimde ortaya koyması gerçeği inkar edilmiyor zaten. Dinci akımlar, bölücü faaliyetler, kafatası milliyetçiliğinin tamamını bir kenara bırak, Atatürk Milliyetçiliği’ne dört elle sarılmak gerekiyor. Türk Ulusu’nun ali menfaati bunu gerektirir. Bu gerçekler ışığında, siz de bir şeyler söylemek ister misiniz?
Sina AKŞİN: Daha önce de söyledim. Genel irade, çoğunluk iradesinden farklı olarak; iyi, güzel ve makbul iradedir. Basit çoğunluk değildir yani. Ama J.J.Roussou diyor ki, genel iradenin toplumda işlerlik kazanması için iki kural var:
Oy verenler;
1-İktisadi anlamda,
2-Bilgi anlamında eşit olacaklar…
Cengiz ÖNAL: Efendim! Öyle bir tartışma konusu açtınız ki; bir hanım mankenin, ‘Dağdaki çobanın oyu Benim oyumla bir olabilir mi?’ şeklindeki sözlerini hatırladım birden. Böylesi gerçeği demokrasiyle bağdaştıramayanlar için neler söyleyeceksiniz?
Ünsal YAVUZ: Demokrasi eğitilmemiş toplumlarda çalışmaz. Bu, demokrasi olmaz. Olsa olsa demokrasi oyunu olur. Onun için de; bu olayda da açıkça görüldüğü gibi, bu demokrasi falan değildir. Sadece bir oyun olarak görülebilir.
Cengiz ÖNAL: Ülkeyi oyalamak adına ortaya konan demokrasi oyunu söyleminize katılıyorum. Ancak bu bende başka bir çağrışıma neden oldu. O da; Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Hanım’ın da doğruladığı, ‘İhanetin, Kasım-1938 saat dokuzu altı geçe başladığı’ iddiasıdır. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Ünsal YAVUZ: Ben o kadar katı olamıyorum. Ancak, şuna katılırım: Atatürk’teki basiret ve cesaret İnönü’de yoktu. İsmet Paşa Dönemi’nde ‘kemer sıkma politikası’ vardı. Ve tabii, içeride de çok güçlü bir muhalefet. Celal Bayar ticaret burjuvası, Menderes ise toprak ağası.
Her ikisinin de söylemleri aynı:
Laikler dinsiz. Dinsiz Laikler yüzünden de din elden gidiyor…’ Kendisi gibi düşünmedikleri Atatürkçü Düşünceye sahip insanlar için de; ‘Bunlar komünisttir’ den ibaret. İkinci söylemleri ise, Köy Enstitüleri’nin gayri ahlaki bir yer olduğu. ‘Ya! Bu Köy Enstitüleri ne menem bir yerdir ki, kızlar erkekler aynı yerde yatıp kalkıyor, aynı mekanda duş alıyorlar’ gibi hiçbir temeli, dayanağı olmayan manipülatif isnatlar. Tabii, böylesi ifadeler toplumdaki olumsuz hareketlenmeyi de tetiklemiş oldu.
1949’larda böyle bir muhalefet vardı, işte. İsmet Paşa’nın bu dönemde en büyük hatası İmam Hatip Kurslarının açılmasına izin vermiş olmasıydı. Az yarayla kurtulurum zannetti, ama ezdi geçti adamlar. İsmet Paşa da hüsrana uğradı, şaşırdı kaldı.
Cengiz ÖNAL: İsmet İNÖNÜ’nün bu gidişatı, görmüş olması gerekirdi ama, tarih göremedi diye aktarıyor bize. Eğer, Atatürk sağ olsaydı, 1940’ları, 50’leri, hatta çok daha ilerileri de görürdü. Sizce de öğle değil mi?
Sina AKŞİN: Evet! Sizin de dediğiniz gibi; İsmet İnönü’nün bunları görmüş olması gerekirdi. Zira; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına sebep olan Şeyh Sait İsyanı ve Serbest Fırka’nın kapatılmasına sebep olan da Menemen olayıdır. Bu yaşadığı olaylardan ders çıkarıp, daha öngörülü davranması gerekirdi İnönü’nün. Onun gibi bir devlet adamına yakışanı da budur. İnsan anlamakta zorlanıyor. Yani, İnönü gibi bir kişilik, böyle bir hatayı nasıl yaptı? Anlaşılır gibi değil.
Ünsal YAVUZ: Ancak aynı İnönü, Amerika’ya 1963’te kafa tuttu. Dışarıya karşı, devletin temel taşlarını oynatmama konusunda kararlıydı.
Cengiz ÖNAL: Efendim; buradan İnönü’nün bir kastı olmadığı anlaşılıyor. Sadece bir anlık ileriyi görememe, geleceği yeterince iyi okuyamama hususu. Öyle değil mi?
Ünsal YAVUZ: Buna katılıyorum. Çünkü bir kastı yoktu. Ancak o ödünü vermeyecekti. Atatürk gibi kararlılık gösteremedi. Gözü kara davranamadı, yani.
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: İnönü’yü aslında dönemsel olarak ayırt etmek gerekiyor; çünkü her dönemde farklı bir İnönü portresi karşımızda:
-Atatürk’le birlikte olduğu dönem,
-Şeflik dönemi,
-Demirel’e kafa tuttuğu dönem…
Sina AKŞİN: Arkadaşlar, ne olursa olsun, insan özünde ne ise odur. Kişinin temel karakteri şartlara göre değişir mi? Değişmemesi gerekir. Siz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda, Mustafa Kemal’in en güvendiği komutanı olacaksınız; iş Atatürk’ten sonra ülkeyi yönetmeye geldiğinde bocalayacaksınız. Olmaz öyle şey!
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Neyse arkadaşlar biraz da o dönemi, bu günkü Tayip Erdoğan dönemiyle karşılaştırma olarak değerlendirmek lazım.
İnönü’den farklı olarak, Tayip Erdoğan’ın başına daha büyük felaket gelebilir.
Ey Başbakan! ‘Sen milletvekili sayısına güvenme’, Amerikancı sosyal demokrat gazetelere hele hiç güvenme.
Bu arada, sosyal demokratlara değinmişken, Bülent Ecevit’i anımsamadan geçmek olmaz. O da son döneme ayak uydurdu: ‘Dine saygılı laiklik’ diye bir kavram attı ortaya. Nasıl bir tanım bu? Siyaset literatüründe böyle bir tanım yok ki! Yani bunların hepsi sapmadır. Bu nedenle altı ilke ve onları hazmetmek çok önemlidir.
Ünsal YAVUZ: Türkiye’nin bu cendereden çıkması lazım. Bizim için en büyük tehlike, Genelkurmay Başkanı’nın dediği gibi:
1-İrtica,
2-Bölücü terör.
Bakın irtica birinci tehdit. Bugün artık Genelkurmay Başkanımız açık açık söylüyor. Bu laflar gayet diplomatik üslupla söylenmesine rağmen, bunların çok ciddiye alınması lazım. Zira son zamanlarda üslup daha da sertleşti. ‘ABD, Ermeni meselesinde ayağına kurşun sıktı’ diyor Genelkurmay. Bakın bunlar büyük ve önemli ifadelerdir. Dikkatle tetkiki gerekir. Önemsenmeli bunlar.
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Gerçi yeni bir gelişme oldu. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, ‘Türkiye’yi göz ardı edemeyiz’ dedi. ‘Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermeni meselesiyle ilgili aldığı kararı gözden geçirmek lazım’ diye konuştu.
Ünsal YAVUZ: Efendim, bunların hepsi palavra. Maksat Türkiye’yi oyalamak. Zira İncirlik Üssü nasıl gözden çıkarılabilir? Şimdi Ürdün’de yeni üs yapıyorlar. O vakte kadar, Türkiye’yi böyle diplomatik söylemlerle yumuşatarak oyalayacaklar. Amaç zaman kazanmak. Başka hiçbir şey değil.
Sina AKŞİN: Bu, niye şimdi büyütüldü bu kadar, anlamadım. Adamlar, Ermeni meselesiyle ilgili tasarıyı Eyalet Meclisleri’nin neredeyse hepsinden geçirmişler. Temsilciler Meclisi’ne gelince mi aklımız başımıza geldi?
Ünsal YAVUZ: Ben 2001 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde Tarih Bölümü’nün başındayken bize YÖK’ten bir yazı geldi. ‘ABD’de, Ermeni tasarısı Kongre’ye gidiyor’ diye.
Sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde, söz konusu tasarının 17 eyaletten zaten geçmiş olduğuna dair bir haber ilişti gözüme. Ben de bunun üzerine aradım birkaç diplomat arkadaşı, ‘Şimdi mi aklınız başınıza geldi’ diye sordum.
Şimdi, bu gelişme karşısında, bizim Dışişleri nasıl bir politika izledi? ‘Tasarı Bir eyaletten geçmiş, ne olacak ki?’ tavrı hakimdi Dışişleri’nde. Ama bir, iki, üç, derken 17 eyalet, tam on yedi eyaletten geçmiş. Sonra, tasarı Kongre’ye gelince gözleri açıldı. Böyle dış politika olmaz canım! Bunlar, bu işleri çocuk oyunu sanıyorlar.
Cengiz ÖNAL: Aslında sorun bugünkü Hükümet’te. Mevcut siyasi irade, dış politikada bir kez dik dursun yeter. Sadece bir kez! Öyle değil mi? Zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl yürüyeceğine ilişkin esaslar, dışarıya karşı izleyeceği politikalara ilişkin ayrıntılar çok önceden belli. Onlar sadece bunu izleyecekler. Buna siz neler söylersiniz?
Ünsal YAVUZ: Burada hükümetin yanında muhalefetin de kendi kritiğini yapması lazım. Kuşkusuz CHP’nin kendine çeki düzen vermesi gerekiyor. Örgütte bir eksiklik mi var, tabanda mı bir sorun var. Yoksa yönetimden kaynaklanan bir mesele mi bu?
Ancak, ben doğrudan Baykal’a yönelik karşıtlığı, dışarıdan menşeili bir ajitatif hareket olarak yorumluyorum. Çünkü bakın Baykal karşıtlarına, adamların bir ayağı Amerika’da. Sürekli icazet halindeler Amerika’yla. Bu işi bir ara Kemal Derviş üstlenmişti, ama CHP’de tosladı. Baykal’ın, spekülasyona ve partiyi yıpratmaya yönelen yakın çevresinden bazı isimleri temizlemesi lazım. Bu şart, yoksa kendi de gider.
Cengiz ÖNAL: Efendim; çok açık soruyorum: AKP ve Zihniyeti bu Cumhuriyete ne yapar, nereye götürür?
Şahin YENİŞEHİRLİOĞLU: Bugünkü Meclis, Türk Silahlı Kuvvetleri, Yargı Organları, Demokratik Kitle Örgütleri Cumhuriyet’e sahip çıkmazsa,Türkiye parçalanmaya doğru sürüklenmesinde hız kazanır. Eski Yugoslavya’dan beter oluruz.
Ünsal YAVUZ: Seçim sonrası herkeste bir yılgınlık, bıkkınlık var. Biz hemen 24 Temmuz’da Lozan’ı kutladık. Eski tas eski hamam, mücadeleye devam, son sözüm bu.
Sina AKŞİN: Arkadaşlara katılıyorum. Şeriatçılığa sapmaması için, parçalanıp bölünmemesi için Atatürkçü yolda taviz vermeden yürümesi lazım bu ülkenin.
Cengiz ÖNAL: Sohbetimizin nihayet sonuna geldik. Oldukça yararlı bir çalışma oldu. Sizlere, bütün içtenliğimle teşekkür ediyor, gelecekte benzeri konularda yeniden bir araya gelip, bu türden sohbet yapabilme dileğimi muhafaza ettiğimi belirtmek istiyorum.
* * *
Değerli Dostlar;
Gördüğünüz ve de okuduğunuz gibi, konusunda uzman olan bilim adamlarımıza göre; ‘Cumhuriyet, Nereden Nereye?’ başlığı ile size sunmaya çalıştığım konu hakkındaki görüşler böyle.
Laik Cumhuriyet karşıtlarının, takiyye yaparak bazı konularda ılımlı tavırlar sergiledikleri kendini gösteriyor olsa dahi; temelde ortaya koydukları karşı devrimci tehlike maalesef bertaraf edilebilmiş değil. Ortaya konulanın denokrasi olmadığı kesin. Bu, olsa olsa demokrasi oyunu olur.
Atatürkçü Düşünce’ye inanmış olan insanlarımızın dağınık bir yapı halinde olması, herkesin bireysel çabalar göstermesine karşın, kitlesel çabalarda olumlu sonuca ulaşılamaması, Dinci, Yobaz ve Gericilerin yani karşı devrimcilerin işine yarıyor.
Birbirimize, bildiklerimizi anlatmaktan daha öteye geçebilmeliyiz. Birlik-beraberlik içinde ortak mücadele etmenin önemini bilip, konuşmanın yeterli olmadığı, olamayacağı açıkça ortada. Bir an evvel, düşüncenin, demokratik haklar ve yasalar çerçevesinde örgütlü eyleme dönüştürülmesi zorunludur.
85 sene önce bu günlerde Cumhuriyet’i kurmanın son hazırlıkları üzerinde çalışan Mustafa Kemal ve Dava Arkadaşları’nın neler çekmiş olabileceklerini düşünmeye çalışalım ve ona göre davranalım.
Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda söyledikleri asla unutulmamalı. Mustafa Kemal’in, biz Türk Gençleri’nden bekledikleri, şu anda yaptıklarımızdan çok daha fazlasıdır.
Sonuçta; zor da olsa, Türkiye Cumhuriyeti, bu badireyi de atlatacaktır. Halbuki, örgütlü yapımızı ortaya koyup, birlikte ortak mücadele edilebilse; her şeyin çok daha farklı olabileceğine inanıyorum. Birlik olursak; diri ve güçlü olabiliriz.
Cumhuriyet’in kuruluşunun 85. yılını kutlarken, halen bunları konuşuyor ve yazıyor olmak elbette kolay değil. Ama, mızrak da çuvala girmiyor ki…

Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı olan Siz Değerli Dostlarla birlikte, çok zor şartlarda kurulmuş ve bugün de koruyabilmek ve devam ettirebilmek için büyük mücadele vermeye çalıştığımız CUMHURİYET’imizin 85.yılını kutluyor, Tam Bağımsız Türkiye’ye ulaşıncaya dek örgütlü mücadeleden vazgeçilmemesi gerektiğini bir kez daha vurguluyorum...

‘Söz konusu olan Vatan’sa; gerisi teferruattır.’

CENGİZ ÖNAL
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar

22 Ekim 2008 Çarşamba

ATATÜRK’Ü ANLAMAK

Türk Ulusu olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak konusunda halen sıkıntılarımız var. Yakın tarihimiz, Milli Mücadele yılları, Çanakkale ve Ulusal Kurtuluş Savaşları hakkında o kadar çok yayın yapılmış ve kitaplar yazılmış olmasına karşın; kendimizi, malum sıkıntıdan bir türlü kurtaramadık.
Atatürk’ün doğumunun 127. yılında bulunuyoruz. Vefatının üzerinden ise tam 70 yıl geçti. ‘En büyük Eserimdir!’ dediği Cumhuriyet’in kuruluşunun ise, bir-kaç gün sonra 85. yılını kutlayacağız.
Atatürk’ü Anlamak zannedildiği kadar zor değil. Konuyla ilgili yayınları ciddi şekilde okuyup, takip ettiğinizde; bir çok bilgi kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten.
Atatürk, ‘Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, Benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir’ sözleriyle Atatürkçülük Düşüncesi’nin önemini bir anlamda vurgularken bizleri, O’nu tanımak ve fikirlerini öğrenebilmek konusunda araştırmaya da sevk ediyor.
* * *
Atatürk’ü anlamanın olmazsa olmazı O’nun ilkelerinin iyi öğrenilmesidir. Bu ilkeleri biraz sonra belirteceğim. Ancak, önce Atatürk’ün İlkeleri’ni oluşturan nedenlere değinmek istiyorum.
İlkelerin Oluşumu
Osmanlı’nın çöküş dönemine girip, dağılma aşamasına geldiğinde; Mustafa Kemal, padişahın baskısıyla mevcut otoritenin kısır çare arayışlarından bir sonuç alınamayacağını gördü. O’nun inandığı, yapılmak istenenlerin tam aksine, Millet Egemenliği’ne dayalı bir yönetimi oluşturmaktı. Gerçeğin böylesine tespit edilmiş olmasının arkasından, Milli Mücadele’yi Türk Milleti’ne mal ederek, Milletin kendi sorunlarına daha da bir dört elle sarılmasını sağladı.
Şartlar ne denli olumsuz olursa olsun; Millet için alınacak bütün kararların, mutlaka TBMM’de görüşülmesini öngörmüş ve uzun tartışmaların sonucunda; sağlıklı kararların alınmasına önderlik etmiştir. Milli Mücadele bu duygularla ve böyle bir akılcı yöntemle zaferle sonuçlandırılmıştır.
Sonuçta, Kayıtsız Şartsız Milletin Egemenliği’ne dayalı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını gerçekleştirmiştir.
Milli Mücadele boyunca elde edilen başarıların altındaki gerçek; Mustafa Kemal Atatürk’ün olayların her yönlü ilişkilerini aklın süzgecinde değerlendirmesi ve sahip olduğu tarih bilinciyle yorumlayarak karar vermesidir.
* * *
Atatürk’ün İlkeleri
Tarihin de sıkça kaydettiği üzere; Atatürk’ün İlkeleri,
Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik,
Halkçılık,
Devletçilik,
Laiklik ve
Devrimcilik(İnkılapçılık)’tir.
Şimdi bu ilkeleri, kısa açıklamalarıyla ve kendi içindeki önemli hususların belirtilmesiyle, daha da anlaşılması kolay bir hale getirmeye çalışalım.
CUMHURİYETÇİLİK
Atatürkçü Düşünce’nin başında Cumhuriyetçilik ilkesi gelir. Bu bir yönetim şeklidir ve devlet başkanını Milletin kendisi seçer. Bizde bu görevi Türk Milleti adına, Vekilleri’nin görev yaptığı TBMM yapar.
Cumhuriyet’in bu benzersiz yönü, onu monarşiden ayıran en önemli özelliğidir. Milletin, kendisini yönetecek olanları, hiçbir baskı altında kalmaksızın kendisinin tayin etmesi, dolaysıyla da seçme ve seçilme hakkını sürekli elinde bulundurması, Cumhuriyeti gerçek ve ideal bir yönetim şekli yapar. Bizim Cumhuriyetimizin, dünyanın bir çok yöresindeki cumhuriyetlerden önemli bir farkı vardır.
Örneğin;
İran’daki cumhuriyet bir İslam cumhuriyetidir.
Çin’deki cumhuriyet bir sosyalist cumhuriyettir.
ABD’deki cumhuriyet de bir federal cumhuriyettir.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti; Halkın Egemenliği Esası’yla kurulmuş Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkeleri’ne dayalı bir Cumhuriyet’tir.

MİLLİYETÇİLİK
Bu kelimenin, üzerinde çokça spekülasyon yapılmaya müsait olması münasebetiyle, önce kısa bir tanımını vermede yarar var. Milliyetçilik; Mensup olduğu Millet’in varlığını idame ettirebilmesi amacıyla, hayatın her yönünde bütün fertleriyle birlikte çalışmaya, bu çalışmaları muhtelif eserlerle süsleyerek, bunu gelecek kuşaklara aktarmaya denir.
Bu İlke’nin temelindeki esas unsur, hiç şüphe yok ki; Millettir. Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışında, ırkçılık olmadığı gibi dini esaslar da yoktur. Ayrıca, belirli bir mezhep ve/veya siyasal görüşe de dayanmaz. O’na göre Milliyetçiliğin temel anlayışı Akılcılık ve İnsancıllıktır. Dolaysıyla da; bir Milleti emsal milletlerden ayıran belirgin özellik yetenekleri ve kültürüdür.
Hal böyle olunca da; Atatürk Milliyetçiliği, kalkınmada, sanayileşmede, gelişmenin her aşamasında ve düşülen sıkıntıların elbirliği içinde atlatılmasında, herkesi eşit şekilde kucaklar ve bağrına basar.
Atatürk Milliyetçiliği, aşağıda sıraladığım başlıca esasları bünyesinde barındırır:
-Her türlü bölücülüğe ve ayrımcılığa karşı olmak,
-Vatandaşlar arası eşitlik prensibi olmazsa olmazdır,
-Akılcılığı esas alır ve bilimi de rehber olarak kabul eder,
-Kalkınmada, Milli Ekonomi’ye sahip olmak şarttır,
-Türk Ulusu’nun Dil, Tarih ve Kültür gibi en başta gelen değerlerine mutlaka sahip çıkılmalıdır,
-Sömürgeci anlayışa ve amacı ne olursa olsun her türlü saldırgan davranışa karşıdır.
Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışında; Milli Birlik, aşağıda belirttiğim unsurlarla, mutlaka desteklenmeli ve dolaysıyla da güçlendirilmelidir.
-Milli Eğitim Politikası,
-Misak-ı Milli(Ulusal And),
-Milli Kültür,
-Dil, Tarih, Kültür ve Amaç Birliği,
-Manevi Değerler ve
-Türk Olma Şuuru.

HALKÇILIK
Milletin oluşumunu sağlayan, çeşitli toplumsal gruplar ve meslekler içinde bulunan insanlara Halk dendiği malumunuzdur.
Demokrasi, egemenliğin kayıtsız şartsız Millet’e ait olmasıdır. Halkçılık ilkesinin temeli de; kanunlar karşısında, devletten hizmet almadı, siyasal olaylarda ve yönetime iştirak etmede eşitliktir. Bu durumda; toplumda, huzur bozucu çıkar çatışmalarına imkan tanınmaz.
Halkçılığı, temel ilkelerden birisi yapan en önemli etken; Ulusal Kurtuluş Savaşı esnasında, dünyayı şaşırtan ve akıl almayacak derecede mükemmel gelişen mücadelenin halka mal edilmiş olmasıdır. Mücadeleyi, aslında halkın kendisi kazanmıştır. Bu da; Atatürk’ün Halkı’na olan güvenini belgesidir.
DEVLETÇİLİK
Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, ‘Muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak’ olarak nitelendirdiği, devletin ekonomi başta olmak üzere, her alanda kalkınması Devletçilik ilkesinin temelidir.
Karma Ekonomi’nin model alındığı bu sistemde, devletle vatandaş işbirliği ve elbirliği halinde çalışmalara katılacaktır. Özel teşebbüsün de reddedilmediği bu sistemde; sermayesi olan ve kendisine kredi sağlanabilen herkes, imkanları oranında, devletin denetiminde, üretime katkıda bulunabilecek ve emeğinin de karşılığını alabilecektir.
Devletçilik İlkesi; devletin temel görevleri olduğunu ve bunlarında; vatandaşının eğitim, sağlık, tarım, ulaşım, ticaret, sanayi vb gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması olduğunu öne çıkarır.
Bu ifade çerçevesinde; devletin temel görevleri:
-Adalet ve Güvenliğin sağlanması,
-Dış Politikanın mükemmel belirlenmesi,
-Türk Ulusu’nun ulusal güvenliğinin, şartlar ne olursa olsun, teminat altına alınması,
-Milli Eğitim, Sağlık, Tarım, Sanayi, Ticaret, Ulaşım, Bayındırlık, Sanat vb gibi temel işlerin, Türk Ulusu’nun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yapılması,
-Özel Teşebbüs’le ekonomik konularda gerekli olan işbirliğinin temin edilmesi,
olarak sıralanabilir.
Bunların yapılması, gereklerinin yerine getirilmesi Devletin asli görevleri arasındadır.
LAİKLİK
Laikliğin tanımı, kısaca; devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılması ve devlet gücünün din ve vicdan özgürlüğüne müdahalede bulunmaması olarak yapılır. Ancak, İlahiyat Bilimi konusundaki uzmanlar, ‘Laiklik, devlet ile din ilişkilerini istikrara kavuşturmak için konmuş bir kuraldır(*) şeklinde de tanımlamada bulunuyorlar.
Laikliğin temel esasları;
-Devlet vatandaşının dini inançlarına müdahalede bulunmaz,
-Vatandaşlar, din, inanç ve mezhep farkı gözetilmeksizin yasal önünde eşittir,
-Devlet İşleri’yle Din İşleri, birbirlerinden ayrıdır.
Atatürkçü Düşünce’de Laiklik, dine akılcı bir yoldan yaklaşır. İnsanlar arası ilişkide hoşgörü esastır. Atatürkçülük, dindara saygılı dinciliğe karşı da düşmandır. Bu nedenle de; Cumhuriyet döneminde, hangi gerekçeyle olursa olsun, İslam Dini’nin inançla ilgili hiçbir kuralına değil dokunmak, böyle bir düşünce akıldan dahi geçirilmemiştir.
Ancak, İslam dinine zarar verdiği ve dini her türlü çıkarı için kullanabileceği görülen Dincilere ve gericilere de imkan tanınmamak için gerekenler yapılmıştır. Atatürk, bu konudaki tehlikeyi görerek, gerçeğin altını;
Yalnız başıma kalsam da gericileri yine cezalandırırım. Dini siyaset aracı yapmayınız’.
Efendiler ve Ey millet! İyi biliniz ki; Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru yol uygarlık yoludur’ sözleriyle ve adeta kalın çizgiyle çizmiştir.
DEVRİMCİLİK(İNKILAPÇILIK)
Atatürkçü Düşünceye göre; Atatürk Devrimleri, yıllardan buyana gelen ve Türk Ulusu’nu geri bırakmış, adeta çağın dışında şartlarla yaşamaya zorlamış eski ve köhnemiş müesseselerin kaldırılıp, yerine daha çağdaş ve gelişmiş kurumların yerleştirilmesi Devrimciliğin özüdür.
Hedeflenen amaç, Türk Ulusu’nu daha çağdaş ve uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır. Bunun için eğitim başta olmak üzere, Muasır Medeniyetler Seviyesi’ne ulaşmada ihtiyaç duyulan her hususa büyük önem verilmiştir.
Devrimciliğin amacı; öncelikle çağdaşlaşmaktır. Ondan sonra da uygarlığa doğru emin adımlarla yürümek gelir.
Devrimcilik İlkesi’nin getirmiş olduğu yararlılıklar;
-Toplumu ümmet olmaktan kurtarıp, Millet(Ulus) olmayı sağlamıştır,
-İnsanlarımızı teba olmaktan çıkarıp, Vatandaş olmalarını temin etmiştir,
-Kişinin saltanatını kaldırıp, Ulus’un egemenliğini gerçekleştirmiştir,
-Türk Ulusu’na, sosyal hayatta yeni ufuklar açmıştır,
şeklinde yazılabilir.
* * *
Çoğunluğumuzun sıkça dillendirdiği ve zamanla da yazdığı Atatürk İlkeleri, özetle böylece belirtilebilir. Bunlar çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmazlarıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün ve kıvrak zekası, dünya tarihini oldukça iyi biliyor olması, ileri görüşlülüğü ve içinden geldiği toplumu tanımada mükemmel Liderlik vasıflarını haiz olması, O’nu dünyanın bile unutamayacağı bir kişilik olarak, tarihin kendisi için ayırdığı mevkiine oturtmuştur.
Türkiye üzerine oynanmak istenen oyunları çok erkenden fark eden Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti düşüncesini yıllar içinde kafasında oluşturarak gelmiş ve zamanı geldiğinde de gereken eyleme geçmekten bir an bile tereddüt etmemiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı devam ederken TBMM’nin Ankara’da toplanmasını sağlamış ve savaşın zaferle sonuçlanmasının ardından da; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlamıştır.
Cumhuriyeti, Anadolu’nun ortasında ve ilelebet bir anıt gibi yükselttikten sonra, görevinin bitmediğinin, hatta yeni başladığının bilinciyle Türk Devrimleri’ne başlamıştır. Cumhuriyet’in Onuncu Yılı konuşmasında da dile getirdiği gibi; kısa zamanda büyük işlerin başarılmasını sağlamıştır.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü , anlatmaya çalıştığım bu gerçekler ışığında anlamaya çalışmanın biraz daha kolaylaşabileceğine inanıyorum.
O’nun, ‘Gençler Cumhuriyet’i Biz kurduk, onu yaşatacak ve yüceltecek olan sizlersiniz’ sözleri, bizim için ateşleyici güç olmalı diye düşünüyorum.
Sonuç olarak Atatürkçüyüm demek; Cumhuriyetçiyim, Milliyetçiyim, Halkçıyım, Devletçiyim, Laik’im ve Devrimciyim demektir…
Atatürk Gençliği olarak bize düşen görev ise; O’nun ışığını rehber edinip, açtığı çığırdan, durmadan yılmadan ve bıkmadan yürümektir.
(*): Prof. Dr. Y. N. ÖZTÜRK, LAİKLİK, s. 10, Yeni Boyut
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

19 Ekim 2008 Pazar

KUVAY-I MİLLİYE’ DEN
ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE!

Bugün, bir arkadaşımızla karşılıklı yazışırken; konu bir anda somut bir şeyler yapılması gerektiği noktasına geldi. Bu çok önemliydi.
Hepimizin bir şeyler yazması-söylemesi elbette ki yadırganacak hususlar değil. Ama, Laik Cumhuriyet karşıtlarının şakası yok. Amaçladıkları hedefe doğru sinsice ve kararlı bir şekilde ilerliyorlar. O halde; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış olanların da somut hususlara yönelmeleri kaçınılmazdır.
Öncelikle, örgütlü bir yapı oluşturmanın, sonra da bunu somut adımlara dönüştürmenin tartışılacak bir yanı olamaz.
Diğer bir ifadeyle; Kuvvay-ı Milliye Ruhu’nun toparlanarak, örgütlü demokratik mücadeleye geçilmesi zorunludur.
İşte bu esnada geçmişte yazdığım bir yazı geldi aklıma. Araştırıp, buldum. Küçük düzeltmeler yaparak, bugüne değin bunu okuma fırsatı bulamamış olanların da olabileceğini varsayarak, günümüz şartlarına pek uygun düşen bu yazıyı, sizlere yeniden sunmaya karar verdim.
* * *
Kuvay-ı Milliye, bugünkü anlamıyla, Ulusal Güçler demektir. Genç okurlarımıza, Kuvay-ı Milliye ve faaliyetleri konusunda biraz bilgi vermeye çalışalım.
Kuvay-ı Milliye, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, işgal altındaki bir ülkede, halk tarafından ve yerel direniş örgütleri olarak oluşturulmuştur. Örgütün çalışmaları, Haziran-1919’da başlar ve Ocak-1921’deki I. İnönü Savaşı’nda, düzenli ordunun kurulması ve kullanılmasıyla sona erer.
Anadolu işgalinin başlangıcındaki direniş hareketlerinde önemli yararlılıklar gösteren Kuvay-ı Milliye’nin amacı ve faaliyetleri:
-Vatan’a düşman ordusunun yerleşmesini ve Anadolu içlerine
ilerlemesini engellemek,
-Milli Ordu’ya örgütlenme imkanı sağlamak,
-Müdafa-i Hukuk (Hakların Savunması) Örgütü’nün oluşturulmasına
yardımcı olmak ve bu çabalara karşı olanları bertaraf etmek,
-Milli Mücadele’ye karşı olan gerici isyanları bastırmak
, vb gibi
emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin, oyunlarını bozmak ve yok etmek olarak kısaca özetlenebilir.
Ülkemizin, bugün içinde bulunduğu durum,
o günlerden farklı değildir.
Özelleştirme adıyla, en değerli kuruluşlarımız yabancılara peşkeş çekilmiştir. İstanbul başta olmak üzere, yurdun dört bir yanındaki değerli arazilerimizin mülkiyeti, şeriat sermayesine sahip Araplar başta olmak üzere yabancılara satılmıştır. Halen de satılmaya devam edilmektedir. Bankalarımız, %30 oranında yabancıların eline geçmiştir. Gümrük Birliği adı altında, denetimden uzak yabancı markalı kalitesiz mallar ülkemize rahatlıkla sokulmaktadır. Piyasa Çin mallarından geçilmiyor. Borsa, %75’ler oranında emperyalist sermayenin elindedir. İnsanımız, Milli değerlerden uzaklaştırılmak için, çılgınca bir tüketime alıştırılmıştır. Örnekleri olabildiğince çoğaltabilmek mümkündür.
Öte yandan, Avrupa Birliği’ne üye olabilme hayaliyle ve bütün isteklere ‘Evet’ deme anlayışı ve hevesi neticesinde; Türkiye, sömürgeleştirilmektedir. İstanbul’da Ekümenik Rum Ortodoks Devleti kurulması için gayret gösterilmektedir. Kıbrıs, milli davamız olmaktan çıkarılmış, AB’nin ön şartı konumuna getirilmiştir. Limanlarımızın açılması başta olmak üzere, bir yığın ve sınırsız taahhütte bulunulmuştur. Ülkemiz, açıkça bölünmenin eşiğine getirilmiştir.
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri tartışılmaya açılmış, yanlış ve çarpıtılmış ifadelerle Atatürkçü Düşünce yok edilmeye başlanmıştır. Medeniyetler Birleşmesi adı altında; dinci düşünce, Atatürkçü Düşünce’nin önüne geçirilmiştir.
Türk Ulus’nun, sürekli uygulanan Gerilim Politikası neticesinde, huzuru kalmamıştır. Kültürel yozlaşmışlık had safhaya ulaşmıştır. Nüfusun ilk 10 milyonluk kısmı bütün zenginliklere sahip olmuş, geriye kalanı ise; Açlık Sınırı’nın da altına itilmiştir. Avanta, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, soygun, talan, kapkaç, adam kayırma ve kollama, ihalelerde katakulli(Ali Dibo muhabbetleri), devlet organlarında Dinci Kadrolaşma vb gibi olaylar, günlük sıradan hadiseler olmuştur.
Yargı Sistemi; yasaların kuşa çevrilmiş olması münasebetiyle sıkıntı içerisindedir. Türk Silahlı Kuvvetleri de susturulmak istenmektedir.
Görüldüğü gibi; Türkiye, bir anlamda ve her yandan, dolaylı şekilde işgal edilmiştir.
İşin daha da ileriye götürüleceğinden asla şüphem yoktur.
Bu noktada, Türk Gençliği’ne yani bizlere büyük ve önemli görevler düşmektedir. Eminim ki; Atatürk İlke ve Devrimlerine inanmış ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne özde bağlı milyonlarca insanımız vardır. Ama, ne var ki; hepimizin ayrı ayrı bireysel mücadelesi, işgali yıkmaya ve emperyalizmi defetmeye yetmemektedir. Yetmiyor da!
Kuvay-ı Milliye Ruhu’nun, yani Ulusal Güçlerin İradesi’ni ortaya koyması ve Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne inanmış vatandaşların, bireysel mücadelelerinden sıyrılıp, demokratik haklar içinde Örgütlü Mücadele için kolları sıvaması zamanı gelmiş de geçiyor bile.
Ey Atatürk Gençliği!
Bir an durun, düşünün ve Atatürk’ün, Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku’nu hatırlayın!
Hiç birimizin, meseleyi sağa / sola çekiştirme, kapris yapma, mazeret uydurma ve sudan bahanelere sığınma gibi bir lüksü olamaz. Madem ki; Vatan’ın işgali söz konusudur; o halde yapılacak tek bir iş vardır. O da; emperyalizme ve işgale karşı, demokratik haklardan ayrılmaksızın, Örgütlü Mücadeleyi Başlatmaktır!
Beni Sokmayan Yılan Bin Yıl Yaşasın diyemezsiniz. Çünkü, o yılan sokacak kimse kalmadığında; emin ol ki ‘Seni’ de sokacaktır. Buna mecburdur. Artık bu gerçeği görmelisiniz. Çünkü, Bu Vatan Hepimizin!
Efendiler ve Ey Türk Ulusu!
Emperyalizm, yerli işbirlikçileriyle birlikte ve hainlerin de desteğini arkasına almış bir vaziyette, amacına doğru acımasızca yürümektedir. Artık, gaflet uykunuzdan uyanıp ayağa kalkın ve yapılacak olanı yapmaktan bir an bile tereddüt etmeyin.
Tam Bağımsız Türkiye için Demokratik ve Örgütlü
Mücadeleyi başlatın!

* * *

Nazım Hikmet, ‘KUVAY-I MİLLİYE ŞEHİTLERİ’ isimli şiirinde, sanki bugüne sesleniyormuşçasına, uyanmanın ve dirilip, birlik olmanın gerekliliğini nasıl da güzel ifade ediyor.

KUVAY-I MİLLİYE ŞEHİTLERİ
Şehitler, Kuvây-ı Milliye şehitleri,
Mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvây-ı Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler Dumlupınar'dakiler de elbet
Ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
Siz toprak altında ulu köklerimizsiniz,
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvây-ı Milliye şehitleri,
Siz toprak altında derin uykudayken düşmanı çağırdılar,
Satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
Kalkıp uyandırın bizi! Uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvây-ı Milliye şehitleri,
Mezardan çıkmanın vaktidir!
Nazım Hikmet

CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com

17 Ekim 2008 Cuma

‘HAMDOLSUN’
‘Kriz Bizi Etkilemiyor’

Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin hür, bağımsız,
daima daha kuvvetli ve refahlı Türkiye idealinin bel kemiğidir.
Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla olur.
Mustafa Kemal Atatürk

Küresel Ekonomik Kriz dünyayı kasıp kavuruyor. Gelişmiş ülkeler, panik halinde oradan oraya koşuşturuyor. Anlaşılan, bu beklemedikleri bir olaydı. Hazırlıksız yakalandılar.
ABD bile, sıkıntıyla da olsa, Temsilciler Meclisi’nden ve Senato’dan, ciddi anlamda para desteği kararı çıkarttı.
AB’nin ekonomik gücü yerinde gözüken Fransa ve Almanya gibi ülkeler, ortak tedbirler alma konusunda anlaştılar.
Japonya gibi uzak doğunun büyük ekonomik güce sahip ülkesi bile tedbir almayı ihmal etmedi.
Çünkü, Krizin şakası yok. Gözümüzün önünde olup/bitenlerin bir oyun olmadığı ortada. Dünyanın sayılır kuruluşlarını bile; bir anda sıfıra indirebilecek bir sıkıntı bu. Nitekim indiriyor da!
Saymaya çalıştığım bu ülkeler ve hemen etrafında bulunanlar; dünyada ekonomik şekillenmeye yön veren ülkelerdir. Kapitalist sistemin odak noktasındaki bu güçler, ABD başta olmak üzere, öne çıkmış birkaç ülke ile birlikte dünyadaki para hareketliliğini ve dolaysıyla da ekonomiyi idare ediyor.
* * *
Türkiye’ye baktığımızda; durum yukarıdaki gerçeğe pek uymuyor. Kriz AKP ve Zihniyeti’nin umurunda değil. Verilmeye çalışılan görüntü; üretimin mükemmel yürüdüğü, ihracatın ithalatı katladığı, çalışan ve emekli kesimin rahatlarının yerinde olduğu, vb gibi gerçek dışı, abuk-subuk bir yığın bilgiyle günü kurtarmak.
Durum böyle olunca da;
-RTE çıkıyor ortaya, ‘Hamdolsun, Küresel Kriz bizi etkilemiyor…’ diyebiliyor.
Batıda dev sanayi kuruluşları birer ikişer havlu atıyor ve piyasadan çekiliyor,
-RTE, ‘Hamdolsun, iyi yoldayız’.
Batılı ülkelerin bankacılık sektörü, krizi atlatabilmek için her türlü çareyi denemeye çalışıyor,
-RTE, ‘Hamdolsun, son dört-beş yıldır mantar çili gibi banka açılmasına izin vermedik. Onun için de rahatız’.
Dünyanın dört bir yanında, kuruluşlardan yükselen çığlık; tehlikenin ne denli büyük olduğunu göstermeye yetiyor da artıyor bile.
-RTE, ‘Hamdolsun, bir sıkıntı yok’. Arkasından da ana muhalefeti kastederek; ‘Ancak, yangına su yerine benzin dökenler var…’
Son günlerde; 1 Euro 2.-YTL ve 1 Amerikan Doları da 1.5 YTL sınırını aştı ve hızlı tırmanışını da sürdüreceğe benziyor.
-RTE, ‘Hamdolsun, bir sorun söz konusu değil. Bunlar geçici ve yanıltıcı dalgalanmalar…’ diyor.
İşte, AKP ve Zihniyeti’yle, başında bulunan RTE’nin, Küresel Ekonomik Kriz konusunda yaptığı aşağı-yukarı bundan ibaret. Henüz, alınan herhangi bir tedbir de yok.
* * *
RTE’nin, Kriz'in Türkiye’yi etkilemediği şeklindeki sözleri, hiçbir şekilde inandırıcı değil. Çünkü, siz dünyadan kopuk değilsiniz ve olamazsınız da. Dışarıdan alınanlar, tıpkı bir kısım ülkelerin yaptığı gibi, aynı pazardan alınıyor. Onları etkileyen Kriz, nasıl oluyor da; bize elleşmiyor. Bunu anlayabilmiş değilim. Bir bilen çıkıp da anlatırsa; benim de bu konuda ufkum genişleyecek.
Ülkenin ekonomik gerçeklerine baktığımızda durumun hiç de RTE’nin dediği gibi olmadığı hemen görünüyor.
-Borç miktarı 575 milyar dolarlara çıkmış.
-İthalat, ihracatı katladıkça katlamış.
-Cari açık 60 milyar dolarlara yaklaşmak üzere.
-Borsada dönen paraların yüzde 80’e yakını yabancı sermayenin.
-Milli üretim yok. Dolaysıyla dışarıya sattığınız pek bir şeyler de yok.
-Çalışanlar, Emekliler ve bunlarla birlikte devletten çeşitli nedenlerlesabit maaş alanların sıkıntıları çekilemeyecek durumda.
-Sağlık hizmetleri çoğunlukla paralı verildiğinden; düşük maaş alankesimin sağlığı Allah’a emanet.

-Halkın geliri komik denecek ölçüde artarken; alım gücü de anormalderecede düştü.
Daha bunun gibi sayılabilecek o kadar husus var ki; tüm bunlara karşın AKP ve Zihniyeti’nden ‘Tık’ yok.
RTE, sadece konuşuyor; ‘Hamdolsun, sıkıntı yok. Kriz bizi etkilemiyor…’.
* * *
İnsanlar, inançları gereği, şükrederler. Buna hiçbir diyeceğim olamaz. Bu onun tercihidir. Ama, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülkenin, dünyayı böylesine etkileyen Küresel Ekonomik Kriz’i, RTE’nin ‘Hamdolsun’ demesiyle geçiştirmeye çalışması trajikomiktir. Onun derdi, Mart-2009’da yapılacak Yerel Seçimler öncesi toplumda tedirginlik yaratacak açıklamalardan kaçınmak. Gerçekleri, dini ifadelere büründürüp, yumuşak ve etkisizmiş gibi bir mana katarak vermesi yetmez. Yetmiyor da!
Yerel Seçimlerden sonra alınabilecek tedbirler, açık söylemek gerekirse; bir işe yaramayacak. Çünkü çok geç kalınmış olacaktır.
Aslında, gelecek için zorunlu tedbirlerin bir an evvel alınması kaçınılmazdır. Ama, nerede bunu yapacak hükümet? Mevcut siyasi irade, bunu asla yapmaz. Yapamaz!
Hükümetin neden böyle davranmasına baktığımızda; olayın gizlenen kısmında, Oy Kaybı Endişesi'nin yattığı görülüyor.
* * *
Kim neyi ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın. Güneş balçıkla sıvanamaz. Gelişmiş ülkelerin feleğini şaşırmasına neden olan bu Kriz, Türkiye’yi, ekonomik anlamda, yerden yere vurabilir.
Çünkü Milli üretimi yok denecek kadar az!
Bütün ihtiyaçlar kalitesiz Çin mallarıyla karşılanıyor. Sıcak paranın bir kısmı borsadan, bir kısmı da; Cumhuriyet Dönemi’nin en değerli Kazanımları olan kuruluşların şeriat sermayesine peşkeş çekilmesinden sağlandı mı; gel keyfim gel!
Konuşanı da susturmak pek zor olmuyor zaten.
Oh! Ne ala!
Ama Kaz’ın ayağı öyle değil! Acıyı, maalesef sonra ve hep birlikte yaşayacağız.
Görünen köy kılavuz istemez.
AKP ve Zihniyeti, siyasi hırslarına yenik düşmüştür. Rant hevesiyle bulaştıkları yolsuzluklar almış başını gidiyor.
Türk Ulusu’nun önemli bir kısmını asla ciddiye almıyorlar. Varsa yoksa yandaşları.
Muhalif olan her kurum, kuruluş ve kişiye şiddetle karşı çıkıyorlar. Medyanın hükümet aleyhinde tek kelime etmesine bile tahammülleri yok.
Gözleri böylesine körelmişken; Küresel Ekonomik Kriz tehlikesini görememeleri de normal. Ayrıca; görmeleri işlerine de gelmiyor.
Ancak, Türk Ulusu, Cumhuriyet Tarihi boyunca, bu ve benzeri filmleri çok seyretti. Kendi bildiğini okuyan ve halkın dileklerine kulaklarını tıkayan, görmek istediklerinin dışında hiçbir şeye bakmak dahi istemeyen hükümetlerin dönemini geçmişte de yaşadı. Tabii, sonlarını da biliyor.
Bu iş, ‘Hamdolsun’ la olmaz.
CENGİZ ÖNAL
www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com

15 Ekim 2008 Çarşamba

IRAK’IN KUZEYİ İLE
RESMİ TEMAS!

‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet Politikası’nda
Teröristle masaya oturmak yoktur!’

Geçmiş yazılarımda bu konuyu yeterince işlemiş olmama karşın; son gelişmeler çerçevesinde yeniden yazmak geldi içimden.
Bilindiği gibi; bölücü terörle mücadele sadece silahla yapılmaz. Silah, dağa çıkmış teröristlere karşı kullanılır. Terör illetinden kurtulmada, özellikle siyasi irade tarafından alınması gereken diğer önlemler de önemlidir. Ancak, o zaman başarıya ulaşılabilir.
RTE’nin başkanlığında 14 Ekim 2008 Salı günü yapılan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Toplantısı’nda gereken önlemler konusunun ayrıntılı olarak masaya yatırıldığı açıklandı.
Ancak, hükümet daha önceden farklı girişimlerde bulundu. Irak’ın Kuzeyi’ni, bölücü örgütle birlikte mesken tutan ve ABD’nin himayesindeki Mesud Barzani adlı aşiret reisi ile bir görüşme yapıldığı bildirildi. İleriki günlerde Talabani ve Başbakan Maliki ile de görüşmelerde bulunulacakmış. Görüşmelerin özünün; terörle mücadele olduğu söylendi.
***
Dikkat edildiğinde; AKP ve Zihniyeti’nin iktidara gelmesinden buyana Talabani ve Barzani’nin, Türkiye için yeniden önem kazanmaya başladığı gözlerden kaçmıyor(Turgut Özal döneminde de böyle olmuş, bir müddet sonra ne büyük hata işlendiği fark edilmişti).
Talabani’ye gösterilen itibarın bir benzeri, Barzani’ye de gösteriliyor. Muhterem’e, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kırmızı Pasaportu takdim ediliyor ve böylelikle ininden dışarıya çıkabilmesi sağlanıyor.
Gösterilen böylesi itibara karşın; besleme Barzani’nin adamları; uzun sayılabilecek bir zamandan beri, nedense bölücü terör örgütüne karşı asla silah kullanmıyor. Aksine, teröristlerin hastanelerde tedavi edilmesi sağlandığı gibi; elerinden geldiğince bir çok destekten de vazgeçilmiyor.
Neden mi?
Nedeni çok basit!
Çünkü, ABD böyle istiyor.
İyi ama, RTE’nin sıkça söylediği gibi, ABD Stratejik Ortağımız değil miydi?
Bu nasıl ortaklık?
Ne yani; ABD, bölge politikasına aykırı davranılmasına izin mi versin?
Hayır, asla vermez!
O zaman da; Barzani talimatlara uyar ve bölücü teröre karşı silahı eline bile almaz, elinden geldiğince de desteğini esirgemez. Aksini yapamaz!
İlginç bir rastlantıdır; RTE de; Meclis’ten bundan önce çıkardığı Tezkere’yi ABD’ye danışmadan, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sınır ötesi operasyon yetkisi verilmemişti. Ortak nokta; hem AKP ve Zihniyeti’nin, hem de Barzani’nin, ABD’den habersiz adım atmadıkları.
Öyle değil mi?
Hal böyle olunca da; malum aşiret reisi, birden önemli oluveriyor.
Başka türlüsü düşünülebilir mi?
***
Terörle Mücadele’nin temel unsurları konusunu yeniden sıralamayalım. Hepimiz ayrıntıları biliyoruz.
Bildiğimiz bir başka gerçek daha var ki; O da,


Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet Politikası’nda
Teröristle masaya oturmak yoktur!

Konuyu biraz daha açarsak;
Hainlerin, canilerin, insanlıktan nasibini almamış çocuk katillerinin silah, cephane, gıda, vb bütün ihtiyaçları ABD ve AB ülkeleri tarafından karşılanıyor. Talabani ve Barzani de bölgedeki maşalardır. Yani diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse; bu ikili, bölücü terörle iç içedir. Şehitlerimizin kanlarına, bu iğrenç ikilinin de elleri bulaşmıştır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
O halde; Hükümeti’nin yaptığına ne demeli?
Gözümüzün önündeki olup/bitenler sonucunda, AKP ve Zihniyeti iktidarı bölücü terörle masaya mı oturacaktır? Masada, bölücü terörün önlenmesi konusunda çareler mi aranacaktır?
RTE, geçmiş açıklamalarında Irak’ın Kuzeyi’ndeki yönetimle görüşülebile-ceğini söylememiş miydi? İşte, görüşmeye de başladılar.
Bu kadar olmuşken; bir de Barzani’yi koordinatör atasınlar olsun bitsin!
***
Efendiler!
Siz ne yapıyorsunuz?
Lanet terörü yok etmek uğruna 40 bin civarında vatan evladını şehit verip, önce yüreğimize, sonra da toprağa gömmedik mi?
Sizin Türk Ulusu’na ve şehitlerimize hiç mi saygınız yok?
Sonuçta; AKP ve Zihniyeti’nin, bölücü terörle mücadele konusunda izlemeye çalıştığı politikası ortada. Terörle Mücadele için, teröre yataklık eden, destek veren bölgedeki maşalarla görüşmeler yapmak ve çareler aramak.
Gelişmeleri hep birlikte yaşayıp, göreceğiz.
CENGİZ ÖNAL

www.cengizonal.blogspot.com
onalcengiz@gmail.com