27 Şubat 2009 Cuma

28 ŞUBAT NEDİR?
(Bardağı Taşıran Damlalar)

Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.

Mustafa Kemal ATATÜRK


28 Şubat 1997 tarihinden bahsediyorum. Hani, tankların Sincan’da yürümesinin, ABD ve AB yanlılarını, Ilımlı İslam heveslilerini, dolaysıyla her fırsatta Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne karşı duran ve imkan bulduklarında ağzına geleni söyleyen mürteciler ve şeriat heveslilerini ve işbirlikçileri rahatsız etmesi vardı ya; işte ondan söz ediyorum.
12 yıl geçti 28 Şubat’ın üzerinden. Gençlerin bir kısmı olayı hatırlayamayabilir. O nedenle gerçeği bir kez daha yazmak gerek diye düşündüm.
Olay hakkında, kimisi ‘Ömrü kısa bir süreç’ dedi. Kimileri ise; ‘Geçici bir Hareket’ diye yorumladı. Bir kısım yazar ve TV yorumcuları ise; Demokrasinin Balans Ayarı ve Post-Modern Darbe gibi nitelendirmelerde bulundular.
Özellikle dinci kesim ise; Millet İradesi’ne Karışma, Siyasete Müdahale dediler. Türkiye’nin Ayarını Bozdular diyenler dahi oldu.
Dilin kemiği yok ya; ağzı olan aklına estiği gibi konuştu durdu.
Saplantı sahibi bazıları, gerçeklere gözünü kapatmayı ve tarihi yalana dolamayı ilke haline getirmiştir. Bunlar, geçmişle ilgili konuşmaya başladığında; eğer aksini söyleyecek yoksa; mangalda kül bırakmamacasına üfürürler. Ortalığı boş buldukça savururlar da savururlar. Nasıl olsa dur diyen yok. Tıpkı, Paul Valery’nin, ‘Boş bir caddede, köpek bile büyük bir gürültüyle koşar’ ifadesinde belirttiği gibi…
Tarihi gerçekleri saptırıp, yanlış bilgilendirmeyle insanımızın kafasını karıştırmak bu tür insanların maharetidir. Çünkü menfaatlerine öylesi uygun düşer.

* * *
Üzerinde böylesine saçma sapan beyanlarda bulunulmasına ve gerçeklerin Türk Ulusu’ndan gizlenmek istenmesine karşın; 28 Şubat’a nasıl gelindiğini ve neler olduğunu kısaca anlatmakta yarar var.
Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren süreçte, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı’nda, Refah Partisi’yle Doğru Yol Partisi koalisyonu(Refah-Yol) iktidardaydı.
Özellikle dinci kesim, yani sözüm ona ABD’nin güdümündeki Ilımlı İslam sevdalıları, adeta kendilerince şeriat provalarına başlamışlardı. İktidarın Refah kanadı da buna destek veriyor görünüyordu. Muhalif basının sayfalarını bu tür haberler ve yorumlar doldurmaktaydı.
İşi öylesine ileri noktalara götürdüler ki; Başbakan olarak Erbakan, cemaat liderlerini, sarıklı ve cüppeli acayip kılıklı bir kısım adamları, Cumhuriyet Tarihimizde ilk kez, Çankaya’daki, Başbakanlık Konutu’nda verdiği bir iftar yemeğine davet etti ve ağırladı.
Görüntü, tam anlamıyla bir kepazelikti. Kendinizi bir an şeriat rejimiyle yönetilen bir ülkede sanmanız işten bile değildi. Günlerce bu konuşuldu. Türk Ulusu, Cumhuriyet Tarihi’nde ilk kez yaşadığı bu olayın şaşkınlığını bir türlü üzerinden atamıyordu.
İktidarın o dönemdeki güçlü kanadının bu ve benzeri davranışları, dinci kesimin ve maalesef kandırılmış gençlerin gemi azıya almalarına yol açmıştı.
Siyasetçilerin bütün arzusu iktidar gücüne sahip olmaya odaklanmıştı. Atatürk İlke ve Devrimleri, Laik Cumhuriyet, Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü İlkesi vb gibi kavramlar, hiç gündeme getirilmiyordu. Siyasiler, rant paylaşımını, demokratik ve hukuki değerlerin önüne geçirmişlerdi. Şeriat Yönetimi isteklerini alenen dillendiren bir kısım gençler, özellikle iktidar partisi yanlısı Belediyelerden büyük destek görüyordu.
Bunun en son örneği de Ankara’nın merkeze çok yakın olan Sincan ilçesinde yaşanmıştı. Filistin Gecesi adıyla, adeta şerait provasını andıran, sözüm ona, tiyatro gösterisi düzenlenmişti. Gecenin onur konuğu ise; İran’ın Ankara’daki Büyükelçisiydi.

* * *
Olayların seyri, işin çığırından çıkmak üzere olduğunu işaret etmekteydi. Toplumda, üfürükçüler, dinci söylemlerle öne çıkanlar, Dini kisvelere bürünmüş bir kısım insanlıktan nasibini almamış mahlukların, kandırarak alıkoydukları genç kızların televizyon ekranlarına taşınan cinsel istismar, taciz olayları ve dolaysıyla mağduriyetleri inanılacak gibi değildi.
Anlatmaya çalıştığım bu şartlarda 28 Şubat 1997 tarihine gelinmişti.
O gün Milli Güvenlik Kurulu(MGK) Toplantısı vardı. Toplantı başlamıştı başlamasına ya; bir türlü bitmek bilmiyordu. Toplumun bütün kesimlerini bir merak sarmıştı. Hepimizin gözü kulağı Çankaya Köşkü’ne ve oradan gelebilecek haberlere kilitlenmişti sanki.
Herkes, MGK Toplantısı’nın sonucunu bekliyordu. 9.5 saat süren toplantı nihayet bitmişti. Köşk’ün kapısındaki hareketlilik ekranlara yansımaya başladı. Hepimiz, neredeyse televizyon ekranlarına yapıştık.
Köşk’ten ayrılanlardan özellikle siyasetçilerin suratları sirke satıyor gibiydi. Hiç kimse açıklama yapmıyor ve kapıdan çıkan süratle Çankaya’dan ayrılıyordu. Meraklar daha da artmıştı.

* * *
Başbakan Erbakan’ın, Köşk’ten ayrılırken, yüzünde her zamanki ifadesi yoktu. Erbakan’ın yüzündeki malum ve inandırıcılıktan uzak yalancıktan gülümsemenin yerini, hiç alışık olunmayan oldukça asık bir ifade almıştı.
Kısa bir süre sonra, nihayet gerçekler su üzerine çıkmaya başladı.
Anlatılanlardan; içeride Komutanların, özellikle, Başbakan’ı, oldukça ağır bir dille ve irticai faaliyetler konusunda suçladıkları ve sıkıştırdıkları sonucu öğrenilmişti. İrticai faaliyetler gibi bir konuda hükümetin yeterli duyarlılığı göstermiyor olması, Komutanlar’ca sert bir dille eleştirilmişti.
Zaten toplumun önemli bir kesimi, yani Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne, özde, bağlı olanlar; irticai faaliyetlerin, hükümetin Refah kanadından, destek gördüğünü ve buna da DYP kanadının pek ses çıkarmadığını anlıyor ve sanki destek sağlandığını da görüyordu.
Ancak, Refah-Yol Hükümeti’nin kimselere aldırdığı yoktu. Her iki partinin lideri de; ‘Dediğim Dedik’ deyip, inatlarını sürdürüyor ve ülke gerçeklerine sanki gözlerini kapıyordu. Hele Tansu Çiller tutulup, kapılmıyordu. Herkeslerin Anası, Bacısı olmaya hevesliydi. Gaf üstüne gaflar yapıyor, sonra da, herkesle birlikte yaptıklarına kendisi de gülüyordu. Yani, kısacası gerçeklerin ve olup/bitenin farkında değildi. Onun derdi varsa/yoksa koltuktu…
Toplumdaki huzursuzluk da alabildiğine artmıştı. Türk Ulusu neredeyse barut fıçısı gibi olmuştu. Gerilim son safhaya ulaşmıştı.

* * *
Sonuçta, Erbakan, her ne kadar 28 Şubat’ı ABD’lilerin hazırladığını iddia etmiş olsa da; Başbakanlık koltuğundan olmuştu. Tansu Çiller’le dönüşümlü Başbakanlık dönemi başlamıştı. Onun da ömrü fazla uzun sürmedi.
Özellikle Refah Partisi’nin, Laik Cumhuriyet’e karşı irticai faaliyetlerin öne çıkması çabalarını hoş görür mahiyette davranış sergilemesi, Tansu Çiller ve ekibi ile diğer siyasetçilerin de siyasi hırslarını öne çıkarmaları, ülke gerçeklerini görmelerini engelliyor olmalıydı. Aksi olmuş olsaydı; her şey çok daha farklı olabilirdi. Ama, onlardan böylesi bir davranış da beklenemezdi.
Bilindiği üzere; Cumhuriyet Dönemi boyunca; İrticai faaliyetler hiçbir zaman yok olmamıştır. Aksine sıkıyı görünce sadece sinmiş ve uygun ortamı beklemiştir. Kendisi için şartların oluştuğuna karar verdiğinde ise; yeniden ortaya çıkmakta bir beis görmemiştir. Bugün bize dayatılan Ilımlı İslam saçmalığı da; bu anlattığımın bir başka şekli değil midir?
Cumhuriyet Tarihimiz bize göstermektedir ki; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne saygı göstermeyen, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş olan Kazanımları’na sahip çıkmayan siyasetçiler, ilk fırsatta, ya silinip yok oluyor, ya da siyasi hayatları büyük yara alıyor. Öyle bir yara ki; iyileşmesi uzun sürebilecek bir yara.
Siyasi Tarihimize 28 Şubat olarak geçen olayların özü kısaca bu anlattıklarımdan ibarettir. Üzerinde çokça konuşulmuş, bir o kadar da kitap yazılmış olan bu konu, bir kısım insanlar tarafından maalesef yanlı olarak anlatılmaktadır. Böylelikle de; yeni yetişen gençlerimizin doğru bilgiye ulaşmaları engellenmektedir.
Gerçeğe aykırı yazılanlarla insanımızın kafasını karıştıranlar, hem tarihsel sorumluluklarının ve hem de; yanlış bilgilendirme sebebiyle geleceğimizin karartılmasına yol açıyor olmalarının vebalini, er geç elbet ödeyeceklerdir.
Takdir sizlerin!
Bu durumda; 28 Şubat Post-Modern Darbe mi, yoksa Demokrasi’nin Balans Ayarı mı, veya Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Anayasa’nın kendisine verdiği görev gereği Laik Cumhuriyeti koruma, kollama ve ilelebet bekçiliğini yapma görevi icabı, hükümetin dikkatini bir noktaya çekme midir?
Adını siz koyun.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
Cumhuriyet Neferi

24 Şubat 2009 Salı

KÜLTÜREL YOZLAŞMA
Bugünlerde, medyanın hatta özellikle televizyonun neden olduğu yozlaşma üzerine çokça yazılar görüyorum.
Geçmişte bu konuyu bir-kaç kez gündeme taşımıştım. Fakat nedense pek fazla ilgi görmedi. En azından bana öyle geldi. Aldığım tepkiler, arzu ettiğim düzeyde değildi. Yazının tarzı da beğenilmemiş olabilir. Ancak, böylesine hassas bir konuda estetik unsurlardan ziyade, olayın özü önemlidir diye düşünüyorum.
Konunun yeniden gündeme getirilmesi dikkatimi çekti. Arkadaşların yazdıklarına tamamen katılıyor olduğumu ifade ederken; Ocak-2007’de kaleme aldığım bir yazıyı, küçük birkaç düzeltmeyle, yeniden sizlere sunmak istedim.

* * *
Magazin ağırlıklı televizyon izleyiciliği alışkanlığı; Bize, emperyalist güçler tarafından sunuldu. Amaç, toplumun ilgisini albenisi yüksek, şatafatlı ve sanal görüntülere kaydırıp, insanımızı gerçeklerden olabildiğince uzak tutmak ve dolaysıyla milliyetçi duyguları bir şekilde bastırmak ve engellemekti.
Son yıllarda, Tam Bağımsız Türkiye sloganıyla kitleleri meydanlara toplayabilen Atatürk Milliyetçiliği’nin gittikçe yükselen seyri, emperyalist güçleri tedirgin etmeye yetti. Ortaya konulan çeşitli Bizans oyunları ve mevcut siyasi iktidar kullanılarak sergilenen tezgahlar, dış güçlerin, Atatürk Milliyetçiliği’nin yükselişinden korktuklarının açık ifadesidir.
O halde yapılacak iş basittir. Ne yapılıp edilmeli ve bilhassa gençliğin ilgisi başka yönlere çekilmelidir. Şu anda uygulanan da budur.
İçinde bulunulan şu sıkıntılı günlerde, kitleleri ortak amaçlar doğrultusunda bir araya getirmek pek kolay olmuyor. Afişler, ilanlar, broşürler ve sınırlı sayıda medya aracılığı ile yapılan çağrılar sonucunda, bütün çırpınışların bir avuç insanı dahi toplamaya yetmediği olabiliyor.
İnsanımız sanki bir duyarsızlık örneği sergiliyor. Sanki rüyada gibi.
Öte yandan, ömrü kelebeğinki kadar dahi olmayan ve bütün becerisini beden şovuyla sergileyebilen bir kısım insanlarının(…bu kendi arkadaşlarının ifadesidir…) konser duyuruları ilan edilmeye görsün. Salonlar veya meydanlar ağzına kadar hınca hınç dolup, taşıyor.
Asla müziğe ve sanatçılara karşı olmadım. Olamam da! Çünkü, Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘Sanat ve Sanatçıdan yoksun bir toplumun, şah damarlarından biri yok demektir’ şeklindeki ifadesi, hafızamdaki tazeliğini sürekli korumaktadır.
Ama Kardeşim! Bu kadarı da fazla!
Sen, vatandaş olarak, hiçbir hayati sorununa duyarlılık göstermeyeceksin; ama, bunun yanı sıra, yaptığı müziğin gürültüden öte bir şey olmadığını ve sahnede bedenini sergilemekten öte bir hüneri olmadığını kendi arkadaşlarının beyan ettiği kişilerin yarattığı gürültüyü ve tantanayı yere göğe konduramayacaksın!
Olmaz böyle şey arkadaş! İnsanda bira sorumluluk olmalıdır. Bu sözlerimden kimleri kastettiğim açıkça bellidir. Bir takım saçma sapan aktiviteler ve sigara için yüksek miktarda bilet parası ödeyen bir insanın kitapların pahalılığını dile getirme lüksü yoktur. Böyle bir bahanesi inandırıcı değildir.
Sizler bu davranışlara ne dersiniz bilemem. Ama Ben, düpedüz adamsendecilik, vurdumduymazlık, sorumsuzluk ve aymazlık diyorum. Savunma yapmak için yazıp söylediklerimizin anlaşılmaz olduğu, akademik dil kullanıldığı gibi şikayetler de kulağımıza gelmiyor değil hani... Bahanelerin tamamı, tembellik ve maymun iştahlılığın bir sonucudur. Yaşamda kolaycılığa kaçmaktır.
Sokaktaki insanı çevirip de; çok güncel ve hayati bir konuyu sorsanız, alacağınız daha doğrusu alamayacağınız cevaptan dolayı şaşırır kalırsınız. Fakat, magazinleşmiş birinin herhangi bir şeyi(…!) hakkında soru sorduğunuzda, daha sorunuz bitmeden cevap geliverir. Halbuki; sorsanız dedesinin adını dahi bu kadar çabuk söyleyemez. Pes vallahi!

* * *
Bir kısım insanlar, ‘Sosyal Hayat’ dediklerinde, sanki İstanbul’un eğlence mekanını mesken tutmuş yaklaşık 100-150 kişilik baldır bacak şovu yapanlardan ibaretmiş gibi bir hava yaratıyor. Televizyonumuzu ne zaman açsak; karşımızda bunlar. Kanal değiştirdiğimizde bile bunlardan kurtuluş yok. İnsanımız adeta bir dayatma ile karşı karşıya. Televole kültürü almış başını gidiyor. Türk Ulusu’nu bunlara mahkum etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Olamaz da!
Yerli Dizi diye dayatılanların durumu daha berbat. Türk Klasikleri eserler adeta paçavraya döndürülüyor. Belli bir kesimin ilgisini çekebilme uğruna; bazı muhteşem eserler, orasına burasına çeşitli ifadeler sokuşturularak rezil edilip, dizi halinde izleyiciye dayatılıyor.
Dizilerde her telden çalınıyor. Aşk, meşk, yalan, dolan, hile, aldatma, soygun, talan, ahlaksızlığın her türlüsü, cinayet ve yöntemleri, silah temini ve kullanma şekilleri, mafya özenticiliği vb gibi sıradan konular büyük bir incelikle işlenip, adeta beyin yıkama metodu olarak seyirciye sunuluyor.
İnsanımızı, ‘Cambaza Bak!’ anlayışıyla oyalayanlar ve böylelikle ilgisini başka yöne çekmek isteyenler; talanı, hortumu, soygunu, her türlü hırsızlığı, ülke topraklarını satmayı, vb daha bir çok yozlaşmayı rahatça yapabiliyorlar.
Niçin yapmasınlar! Önlerinde hiçbir engel yok ki! Her şey kılıfına uygun. Olup/bitenler karşısında tepki de gelmiyor…
Evet bize dayatılanlar ortada ama; bizim de biraz sorumlu ve duyarlı olmamız kaçınılmazdır. Öyle değil mi?

* * *
Duyarlı vatandaşlarımızı bir kez daha saygıyla selamlıyorum. Ancak, maalesef yetersiz kalınıyor. Tepkiler, daha geniş kitlelerden ve artarak gelmeli.
Ekmeğini bu yoldan kazanan dürüst vatandaşlara bir diyeceğim yok. Ancak, insanlarımız, görerek yaşamaya değil, düşünerek yaşamaya yönlendirmeli. Sanatsal aktiviteler de bu yönde oluşturulmalıdır.
Hiç birimizin, Vatan Toprakları’nın göz göre göre elden gitmesine seyirci kalma lüksümüz yoktur. Olamaz da!

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

14 Şubat 2009 Cumartesi

CHP’NİN KKTC AÇILIMI
VE
RAUF R. DENKTAŞ İLE SÖYLEŞİ
CHP, iyiden iyiye iktidarın ortağıymış gibi davranıyor. Bunu gizlemeye ihtiyaç dahi duymuyor.
Deniz Baykal’ın, Brüksel seyahati esnasında AB Komiseri O. Rehn’in arkasından kürsüye gelip, Kıbrıs için, Annan Planı’nın özünü oluşturan, Federasyon Seçeneği’nin tercih edilebileceğinin belirtir mahiyette konuşması, aklı başındaki herkesi olabildiğince şaşırtmıştır.
Efendiler! Unutulmamalı ki; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Türk Ulusu için bir Milli Davadır.
Ama, Atatürk’ün kurduğu partinin başında bulunan Ana Muhalefet Lideri Deniz Baykal’ın, Federasyon Seçeneği’ni işaret etmesinin; KKTC’nin Rum’a ve Yunan teslim edilmesinden başka bir anlama gelemeyeceği açıktır.
Baykal bunu AB’yi küstürmemek adına yapıyorsa; bu, ‘Kendi Tercihidir…’ der geçeriz.
Ancak, hem CHP gibi tarihi misyon sahibi bir partinin başında bulunacak ve hem de; Atatürk’e ait Değerleri yok sayma ve Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne karşı durma gibi tavırlarını her fırsatta gösterecek bir Zihniyetin hakim olduğu ve Anayasa Mahkemesi’nin ifadesiyle Laiklik Karşıtı Eylemler’in odağı olmuş AKP ve Zihniyeti gibi bir siyasi partinin ortağı gibi davranacaksınız; bu olamaz işte!
Orada durun biraz Deniz Bey!
Bu kadar özgürlüğe sahip olduğunuz lüksünüzün olabileceğine ihtimal veremiyorum.
Biz, KKTC’yi yol da mı bulduk ki; Rum’a ve Yunan’a peşkeş çekelim?
Türk Ulusu böylesi bir sorumsuzluğa müsamaha gösteremez. Göstermeyecektir de!
İlginçtir ama, yakın geçmişte ve Gazetecilik yaptığım dönemde, sanki bugünleri görmüşçesine, Sayın DENKTAŞ ile aynı konu hakkında söyleşide bulunmuştum.
Bugüne de çok uygun düştüğü için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf R. DENKTAŞ ile İzmir’de, ‘Güncel Gelişmeler Üzerine’ yaptığım bu söyleşiyi aşağıda sizlere sunuyorum:

* * *

GÜNCEL GELİŞMELER ÜZERİNE

‘AB, Kıbrıs meselesini Ön şart olarak ileri sürmektedir.
Ya Kıbrıs konusunu hallet; ya da AB’ye Tam Üyelikten vazgeç.
Söyledikleri budur. Bu insafsızlıktır! Kalleşliktir! Deliliktir!
Peki, Sen, Uluslararası yasaları çiğneyeni, terörizmi yaratanı
yani Rum’u ve Yunan’ı aldın da ne yaptın?’
Rauf R. DENKTAŞ

CENGİZ ÖNAL: Sayın DENKTAŞ, Türkiye’de, uzun sayılabilecek bir dönemdir, AKP ve Zihniyeti iktidarda. Bunların, bulabildikleri her fırsatta, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Çağdaş ve Laik Cumhuriyet’e karşı durmayı ve Atatürk’e ait mevcut değerleri ortadan kaldırmaya yönelik tavır ve söylemleri ortaya koymaktan çekinmedikleri aşikar.
Ayrıca, bu Zihniyet’in bir de KKTC’ne bakışı var. Bunlara ilaveten; Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyesi olması, Hristofyas’ın yeni bir seçimi kazanması ve özellikle de; ABD’nin bölgedeki oyunları ve tezgahları var.
Bir yandan da; Talat’ın yeni bir devlet felsefesi gibi; ciddiyetten uzak ve bir devlet adamında olması gereken ‘İleriyi Görebilme’ özelliği ile uzaktan/yakından ilgisi bulunmayan fikirleri ortalıkta dolaşıyor. İşin tuhaf yanı; Talat’ın fikrine sahip çıkanlar da az değil… Bütün bu gelişmeler hakkındaki değerlendirmenizi alabilir miyim?
Rauf R. DENKTAŞ:
Evvela şunu söyleyelim. Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’taki siyaseti yıllara ve dolaysıyla Megali İdea’ya dayanan bir siyasettir. Bu gerçeği göz ardı etmemek gerekir. Bunları unutarak Kıbrıs meselesini halletmek mümkün değildir. Çünkü Rum Tarafı, Kıbrıs’ta uluslararası anlaşmalarla elde edilmiş olan haklardan sıyrılmak istemektedir. Bütün arzuları, anılan anlaşma ile sağlanan garantilerden kurtulmaktır. Garantilerden kurtulduktan sonra Enosis’in yolu açılmış olacaktır.
Bize saldırmalarının sebebi ve bizi azınlık durumuna düşürmek istemelerinin sebebi bu. Barış Harekatından sonra görüşmeye hazırız dediler. Ama 11 yıl Kipriyanu hükümetiyle görüşmeye çalıştık.
Kipriyanu,Ben hiçbir zaman federasyona inanmadım, Makarios’un vasiyetini yerine getirdim. Yaptıklarımla Kıbrıs’ı Enosis için en yakın noktaya getirdim. Bundan sadece Enosis için geri adım atabiliriz
diyor.
Asıl mesele bizimle anlaşma ve yeşil hattın yeniden yapılandırılması değildir. Bu akıllarının kenarından bile geçmez. Görüşmelere başladığımızda11 yıl böyle geçti.
5 yıl kadar Vasiliu ile de bu şekilde konuştuk. İmza için Newyork’a çağırıldık. Seçim zamanıydı. Klerides bağırıyor, ‘Kıbrıs’ı teslim edersin, imzalarsın’ diye. Tabi anlaşma sağlanamadı ve imzalamadı geri gitti. 5 yıl da öyle gitti. Klerides seçimleri kazandı ve 10 yıl da onunla gitti.
Amaçları çözümden ziyade oyalama ve olayı, olabildiğince zamana yayma…

CENGİZ ÖNAL: Efendim; bütün bu olup/bitenlere karşın, RTE ile başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti iktidarı, Türkiye’yi AB’ye tam üye yapmak için her yol ve yöntemi denerken bir de bakıyoruz ki; AB, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Tam Üye olarak kabul etmiş. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Rauf R. DENKTAŞ: Bunların AB’ye üyelik anlaşmaları mevcut garanti anlaşmalarını delmek içindir. Garanti anlaşmasında bir madde vardır.Türkiye’nin üye olmadığı bir yere Kıbrıs giremez
diye. Kıbrıs’ı almazsanız, 9 üye ile veto ederim şantajı ile aldılar Kıbrıs diye Rum Yönetimi’ni.
Yasaların verdiği haklarımız gereği olarak buna itiraz ettik.
Hata ettikdiyorlar şimdi.Hata ettik
diyorlar ama, Türkiye de Kıbrıs’ı tanıyacağını vaat etti. İmza verdi. Kıbrıs’ta beyanat vermeleri gerekiyordu, beyanat verdiler ama yeterli olmadı. Şimdi dolayısıyla Kıbrıs üye oldu diye dövünüyoruz.
Kıbrıs üye olmadı tezini savunmamız lazım. Kıbrıs’ta anlaşma olmaz. Olamaz!
Sen, AB olarak, Kıbrıs adı altında güneydeki Rum Yönetimi’ni üye olarak aldın. Kendi stratejik gelişmelerin için sen yalnızca Rum’u aldın. Kıbrıs’ı almadın, alamazsın!
diyoruz. Bu tezi savunuyoruz. Kıbrıs’ı alabilmen için Türkiye’nin rızası lazımdır. Türkiye’nin tam üye olması lazımdır. Başka türlü Kuzey size verilemez!
Kıbrıs üye olmamıştır. Peki, o halde uluslararası anlaşmalar geçerlimidir? Elbette geçerlidir. Türkiye olarak benim hakkımdır. Bu nedenle; Rum Yönetimi, AB’ye tam üye olamaz! Geçerli değildir.
CENGİZ ÖNAL: Sayın Cumhurbaşkanı’m; bir de Annan Planı olarak bilinen ve KKTC’nin ‘Evet’ dediği Plan konusundaki görüşlerinizi anlatabilir misiniz?
Rauf R. DENKTAŞ: Annan planı geldi de ne yaptı? Güya bizi iki tarafı birleştirecekmiş, iki taraf 'Evet' diyecekmiş, bizeEvet
dedirttiler. Türkiye üye olmadan, Kıbrıs güya üye olacakmış dediler. Bunu Türkiye nasıl kabul etti anlayamadım?
Evetdemekle, Garanti Anlaşması’ndan vazgeçiyoruz. Ama, maalesefEvetdediler. Rum YönetimiHayır
dedi. Böylelikle de Annan Planı ortadan kalkmış oldu.
Amerika, Annan Planı diyor, bizimkiler referans olarak Annan Planı diyor, gerçekler silinemez diyor. Silinemeyecek tek gerçek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir.
1960 anlaşmalarıyla Türkiye’ye verilen haklar esastır. Bunlar silinemez. Federasyon konuşmuşuz, bunlar geride kalmış şeylerdir.
Birleşmiş Milletlerde alınan kararlar, Türkiye’nin ve bizim kabul etmediğimiz kararlar, sükut etmiştir, düşmüştür
dememiz lazım.
Bunları söyleyeceğimize;
Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde görüşmeye hazırız
diyoruz. Halbuki; 44 yıldır BM kararları barışı önlüyor. Çünkü, ABD dostumuzun desteğiyle, Rum’u meşru kabul etmiştir. Dolayısıyla şimdi ABD’nin bize oynamış olduğu en büyük oyun , Annan Planı’nı kabul ettirdikten sonra yorum getirmesidir.
Madem ki Kıbrıs Türkleri Annan Planı’na evet dediler. Bundan sonra ayrı bağımsızlık ve egemenlik isteyemezler, istemeyecekler! BM Genel Sekreterin Raporuna da bunu soktular.
Türkiye’ye de dediler ki;
Kıbrıslı Türkler egemenlik istemeyecekler, çizgilerin altında kalacaklar’.
İtiraz edin dedik, ne benim hükümetin itiraz etti, ne de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti itiraz edebildi.
Bunlar, ABD dışişleri Müsteşarı Brizan’ın beyanatı ile şunları söyledi:
Türkiye Rum’u meşru hükümet olarak kabul etsin, limanlarını açsın, bayrağını kabul etsin ve önerilerini Rumlar’ın kabul edebilecekleri şekle soksun’.
Şimdi bu tezgah planda, bunu gören Rum kırmızı çizgisini açıklamıştır.
Hristofyas ne söylüyorsa, geçmişte Kipriyanu aynı şeyi söylüyordu.
Özetle ifade etmek gerekirse;
Kıbrıs askersizleştirilecek,
Göçmenler eski yerlerine gidecek,
Türkiye’den gelenler para ödeyecek…
Ve Hristofyas ilaveten devam ediyor;
Kıbrıslı Türkler yeniden özel haklar istemesinler.
Rumlar’ın, Ermeniler’in, Maronitler’in, Latinler’in haklarını istemesinler, yani eşitlik yasalar altında eşitliktir, azınlığız.
Şimdi Kırmızı çizgisi olan insanlarla bizi masaya oturtacaklar.
Ben de diyorum ki; Siz de kırmızı çizginizi söyleyin, öyle oturun. Annan Planı öncesinde TBMM’de kayıtlara geçirilen çizgilerimizi söyleyelim. Annan Planı’ndan sonraki 3,5 yıl sonra Abdullah Gül’ün adaya gelerek söylediklerinin ardında duralım. İki ayrı devletle Türkiye’nin garantörlük haklarının devam ettiğini söyleyelim.
Şimdi bunun söyleyen Türkiye benim hükümetime de bunları söyletmek durumundadır. Ama bizim hükümetimiz iki toplumlu federasyona razıyım diyor.
BM Kıbrıs’ı tanımlarken;
Kıbrıs’ta iki halk vardır, %18 Türkler, %82 Rumlar
diyor. Bu kelimeleri kullanmayacaksınız, bunlar devlet kurmadan söylenen laflardır, sözlerdir. Şimdi hükümetin programı bu iki toplumlu federasyon.
Hristofyas diyor ki;
Biz federasyon istemeyiz, ama Türk Askerinden kurtulmak için federasyondan başka çaremiz yok’.
Amaç Kıbrıs’ı Yunan yapmaktır, AB üyeliğiyle bunu başardılar. Bunun tamamını başarmak için engelleyen iki şey vardır. KKTC ve Türkiye’nin garantörlüğü. Bütün muamele şimdi bu ikisini ortadan kaldırmak içindir.
Annan Planı,
Tamamen Rum yokturdiyor. Bizimkiler ara sıraVardır
diyor. Duyuyoruz ki, anayasa çalışmaları oluyormuş. Kıbrıs’ın yeni anayasası… Gizlice bunu yapıyorlar. Kimsenin umurunda değil.
Onun için Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkartmak için yapılan oyunlar devam etmektedir. Bunun içinde ABD de vardır, AB de vardır.

AB, Kıbrıs meselesini Ön şart olarak ileri sürmektedir.
-Ya Kıbrıs konusunu hallet; ya da AB’ye Tam Üyelikten vazgeç-.
Söyledikleri budur. Bu insafsızlıktır! Kalleşliktir! Deliliktir!
Peki, Sen, Uluslararası yasaları çiğneyeni, terörizmi yaratanı
yani Rum’u ve Yunan’ı aldın da ne yaptın?

Türkiye’ye,Meseleni hallet öyle geldiyorsun, bu deliliktir. Rum’a, KKTC kalkacak lafının garantisini vermek demektir. Kıbrıs meselesi hakkında, bazı gazeteler görüyorum diyor ki;Kıbrıs iç meseledir, iki yoldaş Kıbrıs meselesini halletsin, Türkiye garanti meselesini halleder’. Bu saçmalıktır!
Sonuç olarak şunu söylemekte yarar var: Bize kurucu haklar verildiği için, Türkiye’ye garantörlük veriliyor. Kendi stratejik ihtiyaçları dışında Rumlar’la anlaştığımız takdirde; eşitliği kabul ettiğimiz takdirde, garantilenecek bir şey kalmaz.
Türkiye stratejik haklar peşinde. Diyecekler ki;
Sen bununla idare et’. Onun için büyük bir oyun oynanmaktadır, çok rahatsızız, çok acı duymaktayız.
CENGİZ ÖNAL: Sayın DENKTAŞ, bu değerlendirmelerinizi Türk Ulusu’na sunmak benim için bir görevdir.
Yoğun programınız içinde bana zaman ayırdığınız ve dolaysıyla da değerlendirmelerinizi alabilmem konusundaki nezaketiniz için teşekkür ederim.

* * *
Bu çalışma yaklaşık olarak 1(Bir) yıl kadar önce yapıldı. Deniz Baykal’ın Brüksel ziyareti esnasında söylediklerini duyduğumda; yazıyı hatırladım ve üzerinde, konu ve anlam bütünlüğünü bozmayacak, gramatikal küçük düzenlemeler yaptıktan sonra yeniden yayına hazırladım.
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. DENKTAŞ’ın söylediklerini okuduktan sonra, Baykal’ın Brüksel konuşmasını yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmanın sonuçlarını irdelemenizi ve görmenizi salık veririm.
Unutulmayacak gerçek; KKTC, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Davası’dır.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
Cumhuriyet Neferi

7 Şubat 2009 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN KURDUĞU PARTİNİN
İÇLER ACISI HALİ
16 Mayıs Ulusal Hukuk ve Tavır Dergisi tarafından, 6 Şubat 2009 günü İkinci Meclis Binası(Cumhuriyet Müzesi)’nda düzenlenen ‘86. Yılında Cumhuriyet’in Neresindeyiz?’ konulu panele davetliydim ve katıldım. Oldukça kalabalık bir dinleyici kitlesinin izlediği panele konuşmacı olarak katılanlardan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih KANADOĞLU, ciddi mesajlar içeren bir konuşma yaptı.
Konuşmasında, isim vermeksizin CHP’nin son çarşaf ve kuran kursu açılımına da atıfta bulunan KANADOĞLU;
Bugün belirli misyonuna karşı çıkarak, bu misyonun yarattığı görevi yerine getirmekten çekinen ve oy kazanma çabasıyla bu misyonundan sıyrılmaya çalışanları tarih affetmeyecektir. Sanırım sizler de affetmeyeceksiniz!’ şeklinde bir ifade kullandı.
Bu ifade oldukça ilgimi çekti. Çünkü, Atatürk’ün partisi dediğimiz CHP’nin başında ve yönetiminde bulunanların son çabaları gözden kaçacak türden değildi. Önce Deniz Baykal’ın ısrarla ve inatla savunduğu çarşaf meselesi, kısa bir süre sonra da İzmit Büyükşehir Belediye Başkan adayının Kur’an Kursu açılması konusundaki söyledikleri.
Gelişmeler çok dikkat çekiciydi.
Baykal ve parti yönetimi, Dini kullanarak siyaset mi yapıyordu?
Zaten, başımıza ne gelmişse bundan gelmemiş miydi?
Özellikle çok partili siyasi hayata geçişten sonraki Dini Siyasete Alet Etme Gayretleri ülkeyi bugüne taşımamış mıydı?
Öteden beri konuşulan bazı karanlık noktalar daha da netleşiyor, aydınlanıyordu. Araştırmaları biraz daha kapsamlı tutunca; acı gerçek su yüzüne çıkmaya başladı.

* * *
Kasım-2002 seçimleriyle iktidarı ele geçiren AKP ve Zihniyeti’nin, Laik Cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nce tescil edildi.
İktidar partisinin, her iki hükümet döneminde bu tavrını sürdürmesi, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ile bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı olan Atatürk Gençliği olarak bizleri, sevelim veya sevmeyelim, bir anda CHP sempatizanı yaptı. Bunu, AKP ve Zihniyeti iktidarına karşı şartlı bir refleks olarak ortaya koyduk dersek yeridir.
Ancak, son gelişmeler çerçevesinde taşları yerli yerine yerleştirince; Türk Ulusu’nu neredeyse canından bezdiren ve Laik Cumhuriyet’in Tehlike İçinde olduğunu söyletecek kadar bizleri tedirgin eden RTE ve Uygulamalarını başımıza musallat edenlerin başında Deniz Baykal’ın geldiği gerçeği ortaya çıktı. İşin şekli değişmeye başladı.
Zamanla, bu konuyla ilgili iddialar duyuyordum. Ancak söylentidir deyip geçiştiriyordum. Meğer gerçek hiç de öyle değilmiş!
Aşağıda, bu konuda ve belge niteliğindeki bir yazıyı takdirlerinize sunuyorum:

* * *
Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp
bakmanın zamanı geldi!
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde, karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül başbakandı. Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın ‘milletvekili olmadan başbakan olma’ önerisini reddetmişti.
Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti. Çünkü siz, ‘Tayyip Erdoğan başbakan olacak!’ diye tutturdunuz. Sizi, ‘çok tehlikeli bir oyun bu!’ diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, ‘Hayır!’ dediniz. ‘İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz!.
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: ‘Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program, Türkiye’yi Ilımlı İslam Cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.
İki ay dayanamaz iddianızı, ‘görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.’ tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi. Çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu işbirliğini daha sonra da sürdürdünüz. O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk. Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: ‘Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?
………………
Ve düşünün; Meclis Grubu’nda ‘Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!’ diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak, gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi?(Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var).
Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, Grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı Meclis’e sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size, o gün de söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey, sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. ‘Öyle değildi. Böyle konuşmadık.’ deyin. Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkar edin. Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey, çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim. Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla Meclis’in üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz. Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de; sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti… Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz. CHP’nin ise en büyük şansızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen, partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, Solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz. Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha bir çok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca, ‘Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!’ dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz. Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki; bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir, etmeseniz de.”

* * *
Yazının başlangıcında ve konu başlığının hemen altında;
Seçimler öncesi(kastedilen 22 Temmuz 2007 seçimleri olmalı/Cengiz ÖNAL) CHP’ye zarar vermemek için bildiğim bir çok konuyu içime gömerek sustum. Bundan sonra da; bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum. Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum.’ şeklinde bir giriş paragrafı var…
Yazıyı kimin yazdığı, hangi tarihte, nerede ve hangi yayın organında yayınlandığına ilişkin bilgiler bende mevcut. Bu çalışmayı bilenlerin dışında İlgilenenler ve merak edip araştırmak isteyenler olursa; başvurmaları halinde gereken kolaylığı gösterebilirim.
Asıl olan; yazıda adı geçenlerin ve olaya tanıklık edenlerin konuşmasıdır. Bu sayede olay netleşecek ve Atatürk’ün Kurduğu CHP’nin bugün için başında bulunan Deniz Baykal’ın, Laik Cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiş bir partinin genel başkanı için nasıl destek verdiği ortaya çıkacaktır.
Yazıda isimleri geçen ve olaya tanıklık edenlerin bir kısmı bugün halen siyasi yaşamlarına devam etmektedir. Bu kişilerin, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne olan saygı ve bağlılıkları ile Laik Cumhuriyet’in, sonsuza değin korunması gerektiği doğrultusundaki doğal misyonları gereği, konu hakkındaki bildiklerini, çıkıp kamuoyu önünde açıkça ve dürüstçe anlatmaları beklenmektedir.
Türk Ulusu’na karşı olan sorumlulukları da bunu gerektirir.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar